California'lı trancecore altılısı Casino Madrid, 2 senelik uğraşlar sonucunda çıkardığı debut albümleri Robots ile karşımızda. 2007 yılından beri birlikte çalan grup, ilk albümlerini daha önceden Lamb Of God, Suicide Silence ve For Today gibi büyük gruplarla da çalışmış olan prodüktör Will Puntey'in sihirli ellerine bırakmış ve ortaya şahane bir eser çıkmış böylece. 2009'da çıkardıkları demolarından çok çok ilerde bir kayıt olmasıyla birlikte, trance ile metalcore'un en lezzetli bileşimlerinden birini yarattıkları aşikar.
Albümde, oldukça sert metalcore ve post-hardcore ritmlerinin yanında çok sırıtmayan keyifli synth efektleriyle bezenmiş ve gerçekten üzerinde uzun müddet kafa patlatılmış parçalar mevcut. Kısa da olsa iyi bir albüm açılış interlude'u olan "Robots", albümün ilk yayımlanan güçlü ve enerjik parçası "4:42 Reminds Me Of You" dinleyiciye doğrudan akılda kalıcı bir başlangıca doğru yelken açtırıyor. Üçüncü sırada karşımıza çıkan "Fightin’ Words" çok klas bir breakdown ile başlayıp metalcore sularında hiddetle yüzerken, trance efektleriyle ve clean vokallerle ekstra keyif verse de lirikleriyle ciddi bir kavga potansiyeli yükleyicisi konumunda. Ardından gelen "Life Sentencer" ise baştan sona tam anlamıyla bir trancecore ziyafeti sunuyor. Gerek Joe Demaio'nun brutal vokalleri, gerekse davulda Johnny Cruz'un etkin atakları iniş çıkışlı trafiklerle gayet hoş bir ahenk sergiliyor.
"The world is my dancefloor!" haykırışıyla başlayan beşinci parça "Fantasy vs. Reality" daha çok trance - post-hardcore çizgisinde ilerlerken clean vokalleri ve oldukça sert house beat'leriyle ilgi çekiyor. Albümün 6. parçası "The Devil On My Shoulder Knows How To Party" ise enerji aşılayan yapısıyla hoş bir deneyim sunuyor, synth başında bulunan Robert Cesena'nın da baştan sona etkili bir performansı mevcut. Ardından gelen yedinci parça "I Want My 25 Minutes of Fame" etkili bir gerilim efektiyle birleşen harikulade bir breakdown ile açılıyor -ki breakdown açısından albümdeki en güçlü parçalardan biri olduğunu söylemeliyim. Bu sıkı parçayı aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz :
8. parça "Anthem of the Lonely" sık kullanılan scream-clean vokal ikilisiyle post-hardcore sound'una daha yatkın bir parça olmakla birlikte, hemen peşindeki "Thirsty Thursday" ise kısa ama çok atak bir interlude olarak göze çarpıyor. Albümün onuncu ve son parçası "Pocket Aces" ise gitarda bulunan Marcelo Sedano'nun clean vokalleri ve Joe'nun screamleri arasında oldukça leziz bir şekilde ilerliyor ve kapanışa doğru tempoyu düşürerek albüm kapılarını kapatıyor.
6 yetenekli gençten oluşan Casino Madrid, ilerleyen yıllarda en az debut albümleri kadar kaliteli çalışmalar yapacaklarının sinyallerini şimdiden vermekte ve mutlaka takip edilmesi gereken gruplardan biri olarak kayda geçmeli.
Ohio'nun Cincinnati kentinde kurulmuş olan ve 2006 yılının başından beri müzik hayatlarını devam ettiren Rose Funeral, yepyeni ve bomba gibi gelen üçüncü albümleriyle tekrar bizlerle. "Gates Of Punishment"her haliyle grubun zirve yaptığı bir albüm; 2007'de çıkardıkları "Crucify.Kill.Rot" debut'larından bu yana oldukça uzun zaman geçti, fakat grup her çalışmada, her kayıtta bunun üstüne bir şeyler koyarak devam etti. Metal Blade Records ile yeni anlaştıklarında hepimiz 2009'un en kaliteli albümleri arasında Rose Funeral'ın The Resting Sonata'sının olacağını tahmin ediyorduk -ki onlar da bizi kesinlikle yanıltmadı; hem teknik anlamda, hem de müzikal anlamda son derece doyurucu bir albümdü The Resting Sonata.
Fakat, şimdi önümüzde bambaşka bir Rose Funeral albümü mevcut. Gates Of Punishment gerçekten çok "dolu" bir çalışma, parçalardaki trafikleri tam olarak özümsemek için bile ciddi kafa yormalısınız. Deathcore temelinde yatan metot bu olabilir, ancak sunuş biçimi her zaman farklılık yaratır. İşte bu farklılığı en etkili şekilde yansıtan bir albüm Gates Of Punishment.
Albümün giriş parçası "Legions Of Ruination" adını taşıyor ve sanki bir gerilim filmi izliyormuşsunuz gibi arkadan yankılanan karanlık bir efekt ile başlıyor. Bu kısa interlude'un ortalarına doğru öyle ani ve agresif bir giriş yapılıyor ki, bir anda bulunduğunuz moddan çıkıp bambaşka bir dünyaya yol alıyorsunuz. Özellikle gitarda Kevin Snook imzalı enfes bir solo dikkat çekiyor, kapanışı da sarsıcı bir breakdown ile yapıyorlar. İkinci sırada "Grotesque Mutilation" karşımıza çıkıyor ve daha ilk saniyesinde başlayan son derece hızlı ataklarla enerjiyi tavan yaptırıyor. Blast konusunda özellikle bu albümde çığır açan davulcuları Dusty Boles, bu parçada da muhteşem işler yapmış -ki çok güç trafikleri kolaylıkla yönlendirmiş ve grubun agresifliğine kesinlikle artı değer katmış. Grotesque Mutilation'ın tam ortasında başlayan olağanüstü breakdown ise anlatılmaz yaşanır cinsten bir deneyim, tek kelimeyle sarsıcı.
Üçüncü sırada ise kısa bir piyano armonisiyle açılan "Beyond The Entombed" var. Deathcore karanlığı adına ellerinden gelen her şeyi veren bir parça olmasının yanında, gitarlarda hem Kevin Snook hem de vokal/gitar Ryan Gardner'ınharikulade bir uyumu söz konusu. Parçanın ortalarına doğru yine piyano efektleriyle başlayan ve "Eclipse the sky with doom!" haykırışı ile doruğa ulaşan kelimenin tam anlamıyla "efsanevi" bir breakdown mevcut ki ardından akan muazzam soloyla birlikte Beyond The Entombed'u çok ama çok farklı kılan öğeler bunlar. Kolonları biraz daha açıp dinlerseniz, bulunduğunuz yerde küçük çaplı bir deprem etkisi yaratabileceğinizden şüphem yok. Bunun için aşağıdaki linke bir göz atın derim :
Ardından gelen parça "False Divine" ise Ryan Gardner'ın hızlı ve brutal vokallerinin yanında Morbid Angel'dan hatırlayacağınız Steve Tucker'ın da kendine has vokalleri ile süslenen bir parça. Özellikle bu iki ismin biraraya geldiği kısımlar harikulade bir şölen yaratmış; enerjisi baştan sona yüksek ve son derece teknik bir parça False Divine. Ayrıca gerilim ve korku öğelerini de gayet güzel bezediklerini belirtebilirim.
Albümde tüm parçaların drop A tabanlı olduğunu hatırlatarak, bir de bu akordan gelen breakdown'ların yarattığı etkileri tekrar düşünmeniz gerektiğini söylemeliyim. Örneğin, albümün 5. parçası "Arise Infernal Existence" enfes gitar solosuyla öne çıkarken, solonun kapanışında ise tabiri caizse bomba etkisi yaratan bir breakdown karşımıza çıkıyor ve parçanın havasını komple değiştiriyor. Daha doğrusu insanlığın artık zıvanadan çıktığını gayet iyi gözler önüne seren sözleri ile olması gerektiği havaya bürünüyor demeliyim. 6. sırada "Malignant Amour" var -ki bu parçaya Kate Alexander adlı Cincinnati'li bir soprano eşlik etmekte. Bu şekilde bir nevi senfonik deathcore havasının yaratılmaya çalışıldığı anlaşılıyor, fakat bunu klavye efeklerine başvurmadan yapabilmek ise Rose Funeral'ın marifeti olmalı. Zira kapanışa yaklaşırken kendini gösteren muhteşem breakdown, bunun nasıl başarılabildiğinin naçizane bir kanıtı oluyor bile.
7. sıradaki "A Recreant Canticle" bile bir interlude'dan çok daha fazlasını sunuyor; üzerine söz yazılmış olsaydı gerçek anlamda komple bir parça olup albüme o şekilde konulabilirdi bile. Ardından gelen "The Desolate Form" ise çıldırtıcı riff'leriyle ve karmaşık trafiğiyle bir matematik problemi niteliğinde. Gruptaki her elemanın kendini aştığı parçalardan biri olmasının yanında sözleriyle de tam bir katil profilini tanımlıyor -ki parçanın ortasında başlayan ders niteliğindeki breakdown dahi "Butcher everyone, butcher everyone, butcher everyone, I want to kill them all!" gibi liriklere sahip. Ancak outro kısmına yayılan breakdown gerçek anlamda yıkıcı, sarsıcı, parçalayıcı. Kesinlikle dikkatle dinlenmesi gereken bir bölüm. Albümdeki 9. parça "Entercism" hem vokalleri hem de gitarları bakımından eşsiz bir eser. Vokallerde Ryan daha tiz scream tonlarına çok daha sık inerek harikulade brutal vokaline ilave bir güzellik getirmişe benziyor. Öte yandan Kevin'in olağanüstü soloları apayrı bir hava katmış parçaya; tabi bunların yanında daha başlangıç ve kapanış breakdown'larını söylemedim!
Albümün 10. parçası "Amidst Gehenna" ise kesinlikle tüyleri diken diken edecek bir breakdown-armoni trafiğiyle başlıyor ve bu başdöndürücü kısmın akabinde gelişen hızlı ataklar, blast'lar ve sololarla "eargazm" kisvesine bürünüyor. Kelimelerin kifayetsiz kalacağı bu parçayı da aşağıdaki linkte dinleyebilirsiniz :
Gates Of Punishment'ı katan eser ise yine aynı isimdeki parça "Gates Of Punishment" ve kısa bir albüm özeti gibi olduğunu söylemek mümkün. Albümün en uzun parçası, fakat asıl ilgi çeken kısım ise kapanışa yaklaşırken karşımıza çıkan çok ama çok şaşırtıcı tunnel kısmı. Bir deathcore parçasında duymaya alışkın olmadığımız türden new-age geçişi söz konusu ve Rose Funeral'dan bir anda Enya'ya geçiyormuş gibi bir hissiyata kapılmanız son derece olası.
2011'in son haftalarına yaklaşırken senenin en iyi albümlerinden birine imza attıkları için Rose Funeral'e büyük bir teşekkürü borç biliyorum!
Yeni nesil genç post-hardcore gruplarından olan Houston'lı grup The Emissary, debut EP'leri The Emissary ile karşımızda bugün. 2010 yılının başında vokalist Dan Rangel'in uzun uğraşları sonunda kurulan The Emissary, bu senenin Nisan ayına dek lokal konserlerle ve kayıt çalışmalarıyla oldukça iyi tecrübe edinmişti. Nihayetinde 9 Nisan 2011 tarihinde şimdi değerlendireceğimiz ilk EP'leri yayımlandı ve bu çalışmaları ile oldukça da güzel tepkiler aldılar. Sound olarak tipik post-hardcore kalıplarına bağlı kalmamaya çalışarak ve ufak tefek elektronik öğeleri de karıştırarak gerçekten klas bir çizgi yakaladıklarını söylemek mümkün. Zira gerek vokal performansı olarak, gerekse parça trafikleri bakımından belirgin farklılıklar söz konusu.
EP'ye geçecek olursak, açılış parçası "Buildings" genel anlamda bir dans müziği ritmleriyle başlamasına rağmen vokal Dan'ın da girişiyle değişik bir başlangıca imza atıyor. İkinci parça "Arrive" ise clean vokallerle başlayıp ortalara kadar post-hardcore havasında giden bir çalışma; fakat gitarist Wes Edmonson'ın brutal vokalleri ve ara geçişlerden sonra -patlayarak- başlayan breakdown'lar parçaya çok leziz bir tat katmış. EP'nin üçüncü parçası "Gentle Ben" sağlam bir riff ile açılışı yaparak metalcore sularında yüzen ritmlerle nakarat kısmına kadar ulaşıyor. Bu parçada özellikle davulda Josh Diaz'ın performansı dikkat çekici; ataklarda oldukla güçlü bir stile sahip ve zilleri sıkça kullanmasıyla da aynı ölçüde teknik. Kaydın en uzun parçası olması sebebiyle bol inişli çıkışlı bir trafik mevcut; sonlara doğru clean gitar tonlarıyla akan bir geçiş ve ardından yarattıkları güçlü breakdown atağı kesinlikle takdire değer. Bu parçanın kapanışıyla dördüncü parça "This Is Who We Are"'ın başlangıcı kesişiyor ve önceki parçanın kapanış ritmleriyle yeni bir açılış yapılıyor. Ana gitarist Chad Henderson'ın harikulade giriş riff'ini Josh'un güçlü davul atağı devam ettirirken, nakarat kısmına gelene kadar enfes trafikler ile karşılaşıyoruz. Clean vokalli nakaratın doğurduğu post-hardcore kuvvetinde bir breakdown, özellikle tiz tondan işleyen riff'ler ile bezenerek enfes bir manzara oluşturmuş. Bu değişik çalışmayı aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz :
Beşinci sırada karşımıza çıkan enstrümantal "Interlude" sonrasında EP'nin altıncı parçası "Albatross", güçlü bir breakdown ile kapıları açıyor ve içeri süzülüyor. "Albatross"u metalcore sound'una en yakın olan parça olarak belirtebiliriz -ki clean vokallerin azlığı (daha doğrusu brutal vokallerin ve breakdown'ların yoğunluğu) bunu net bir şekilde kanıtlıyor. Nitekim synth efekleriyle de hafifçe desteklenmiş muazzam bir breakdown parçanın ortasında kulaklarımızı doldurarak güçlü bir sarsıntıya yol açıyor. Outro kısmındaki atak+breakdown ise saklı kalsın, mutlaka merak edilmeli!
Son sırada ise "Please Come Home" adlı akustik parçaları bulunuyor ve sakin bir kapanış olarak EP'deki güçlü parçaların yanında bir farklılık yaratarak ekstra bir puan daha kazandırıyor.
Yaş ortalamaları henüz 20 bile olmayan bu gençlerin enstrüman hakimiyetleri ve son derece düzgün gelişmiş teknikleri, ilerde de çok şık işler yapacaklarının bir işareti sanki. Özellikle akustik parçalarındaki performansı dikkatle dinlerseniz, hem vokalist Dan Rangel'in hem de gitarda Wes'in keyif yaratan havalarını yakından hissedebilirsiniz. Kesinlikle takip etmeye ve dinlemeye değer.
Los Angeles şehrinin güzide metalcore gruplarından biri olan Elitist, geçtiğimiz hafta çıkardığı yeni EP'si Earth ile yeniden gözleri üzerine çekmeyi başardı. Debut EP'leri Caves'te olduğu gibi az ama öz denilebilecek nicelikte parçaları bulunmakla birlikte, djent-metalcore karışımı sound'un en progresif hallerinden birini sunabildikleri su götürmez bir gerçek. Üstelik, önceki kayıtlarında varolan kadronun çoğunluğu Aralık 2010 itibariyle değişmiş olmasına rağmen kalitelerinden en ufak bir ödün vermişe benzemiyorlar. Geçen sene grupta bulunan vokalist Jacob, yerini Alex DeHeart'a bırakırken davulda da artık Andrew Slane sahne almakta. Earth adlı EP'leri de kanıtlıyor ki, grubun ahengi önceki çalışmalarına göre daha da artmış ve aynı zamanda müzikaliteleri de bir adım öteye taşınmış.
Albümü incelediğimizde, ilk parça olarak "Pulse" göze çarpıyor ve parça kısa bir Interlude olmasına rağmen progressive djent sound'undan enfes örnekler sunuyor. Özellikle gitaristler Julian Rodriguez ve Sean Hall'un uyumu olağanüstü; "djent breakdown'u nasıl oluyor?" sorusunun kesin bir cevabı olarak sunulabilecek bir açılış "Pulse". İkinci sırada "Specter" karşımıza çıkıyor. Güçlü riff'lerle ve davulda Andrew'in harikulade ataklarıyla başlayan parça, hızını hiç kesmeden tüm progresif öğeleri seçkin şekilde harmanlayarak ortaya tadına doyulamayacak bir esere dönüştürüyor kendini. Enstrümantal olarak birbirlerini o kadar güzel tamamlıyorlar ki, çok ama çok karmaşık trafiklere karşın hiçbir şekilde aksamıyorlar ve son derece etkili bir performans ortaya koyuyorlar.
Üçüncü parça "Of Creations" ise sarsıcı bir tempoda başlayarak gerek davulla bas uyumu, gerekse riff'lerin kalitesi bazında çok farklı bir deneyim yaratıyor; vokallerde Alex'in performansı son derece sağlam, kalın scream tonu bakımından Tim Lambesis'e de yaklaştığını fark etmemek mümkün değil! Parçanın kapanışına adım adım yaklaşırken başlayan davul atağı ise başlıbaşına bir keyif kaynağı. Hemen ardından ise EP'nin bana göre en muazzam parçası "Fracture" geliyor -ki hem hızıyla, hem de progresif derinliğiyle kesinlikle en dikkat çekici eser. Açılışı harikulade bir breakdown ile yaparak bir nevi enerji patlaması yaşatıyor, ancak ilerleyen saniyelerde o kadar keyifli riff'ler ve geçişler mevcut ki trafiğinde boğulmak yerine orada yaşamayı tercih ediyorsunuz! Sololarıyla, breakdown'larıyla kelimenin tam anlamıyla bir "zirve" noktası Elitist için. Bu "elitist" eseri dinlemek için aşağıdaki linkte tıklamanız yeterli :
Albümdeki sonraki parçalar ise Spector, Of Creations ve Fracture'ın enstrümantal versiyonları -ki bu parçaları özellikle kulaklıkla dinlediğinizde, ne kadar mükemmel bir kayıt olduğuna tekrar kanaat getirmiş olacaksınız. Vokaller çıkarıldığında bile bir o kadar etkili, bir o kadar kaliteli parçalar ve dolayısıyla grubun teknik altyapısı hakkında da ciddi ipuçları vermekte. Elitist, toplam 1 sene içinde çıkardıkları iki ayrı EP ile uzun metrajlı bir full albümün sinyallerini de veriyor gibi. Dört gözle bekliyoruz!
Seattle'lı deathcore beşlisi I Declare War'un kendi isimlerini taşıdıkları albümleri I Declare War sonunda piyasaya çıktı. Şimdiye dek varolan tüm deathcore grupları arasında agresif yapıları ve brutal vokallerin grindcore'a dahi yaklaşabilmesi ile oldukça farklı bir çizgi yakalamış olan grup, 3. stüdyo albümleri ile çizgilerini daha da öteye taşımış olduklarını gösteriyor. Nitekim yine bildiğimiz I Declare War sertliğine artı olarak,vokal Jonathan Huber'ın ayrılmasıyla birlikte onun yerine geçen eski Those Who Lie Beneath vokali Jamie Hanks'in onu hiç aratmadığı ve hatta bu değişikliğin sound olarak çok daha iyi geldiğini söyleyebiliriz.
Albümün ilk parçası "I, Tormentor" çok güçlü bir davul atağıyla başlıyor ve parçanın neredeyse tüm ataklarında blast'ların havada uçuştuğunu dehşetle takip ediyoruz. Burada grubun aykırı davulcusu Ryan Cox'un da üstün yeteneğini göz ardı etmemek gerekir. Zira grubun bir önceki albümü "Malevolence"te de I Declare War'un sahip olduğu esas gazı veren eleman olarak görünüyordu. Öte yandan çok sert ve sağlam bir breakdown da barındıran parça, değişim rüzgarlarının daha albümün başında esmeye başladığının bir göstergesi. İkinci parça "Misery Cloud" ise Jamie'nin exhale dolu haykırışlarıyla başlarken, ardından gelen muhteşem bir breakdown ile duvarları, çatıları yıkmaya çalışıyor. Bu sarsıcı akış neredeyse parçanın ortasına kadar sürerken deathcore'un varolan tüm öğelerini rahatlıkla bulabiliyorsunuz; öte yandan, İlk paragrafta belirttiğim gibi grindcore'a da göz kırpan guttural vokalleri de aralarda duymak mümkün.
Üçüncü parça "Human Waste" ise yine çılgınca bir davul atağıyla başlayarak enerjiyi tavana vurduruyor ve ilk geçişi bass drop'lu bir breakdown ile yapıyorlar. Breakdown'un devamı ise daha da etkileyici, gitarlarda Evan Hughes ve Chris Fugate'ın uyumu muhteşem bir şölene dönüşüyor. Özellikle parçanın sonlarına doğru hem enfes riff'ler hem de akıcı davul ataklarıyla karşılaşıyoruz -ki Ryan burada twin'lerini çok daha sık kullanmış. Albümün dördüncü ve çok güçlü parçalarından biri olan "March On" ise tam bir "kafakoparıcı" modda. Ayriyetten, sözlerinde "Men and women fighting, dying; But for what? Don’t bother putting out the fire; we are due to restart!" gibi çarpıcı cümleler barındıran bir nevi iç dökme veya haykırış parçası. Atakları ve akıcılığı her zamanki gibi, vurucu breakdown da katık olmuş parçaya. Hemen ardından ise beşinci parça "The Dot" geliyor ki albümün en uzun parçası bu. Parçada "Think of the endless men fighting and dying for a God they’re not sure exists." gibi ibretlik bir cümle geçmekte ve bu bile gruba kesinlikle hayranlık duyma sebebidir. İçerdiği ders niteliğindeki sözlerle, olağanüstü riff'leri ve bol değişkenli trafiğiyle mutlaka dinlenilmesi gereken bir eser. Bu enfes parçayı aşağıdaki linkte bulabilirsiniz :
Altıncı parça "Final Hour" ise ilk saniyesinden itibaren enerjinin doruklarına çıkan ve sonuna dek aynı agresifliği sürdüren bir eser. Özellikle davuldaki çok yüksek metronomlu blast ataklar ağzı açık bırakan cinsten; kapanıştaki tüyler ürpertici atağa ise denecek tek şey "muazzam" olabilir. "We are scum of the Earth!" cümlesi kulağa hiç bu kadar korkutucu gelmemişti! Ardından gelen albümün 7. parçası "Clear Head" tam bir sosyal özeleştiri içermekte. Yansıttığı duygu direkt olarak "İnsanlığımdan utanıyorum!" hissiyatı ve gerek sözleriyle, gerekse kuvvetli trafiğiyle bunu çok iyi başardıklarını söylemek gerekir.
Albümün 8. parçası "Pale Skin" diğerlerine kıyasla daha sakin fakat doldurucu bir riff ile başlıyor. Devamında ise, "breakdown'a geçeyim mi geçmeyeyim mi" şeklinde akan çok farklı bir trafik ile bu kalın gitar tonlarını hafiften djent'e de yönlendiriyorlar ve dinleyenlere harikulade bir deneyim yaşatıyorlar. Sonundaki lirik ise parça içeriği ile ilgili gerekli açıklamayı birebir yapıyor zaten : "If there is a God, do you think he gives a shit?"
Sona doğru yaklaşırken 9. sırada karşımıza "Pillow Talk" çıkıyor ve ilk geçişten sonra bastıran muhteşem breakdown silsilesi ile dinleyiciyi hemen kendine çekiyor. Ayrıca davulda Cox'un çok hızlı akan twin'leri ve Fugate'nin enfes gitar solosu, parçanın kapanışına doğru patlayan o sarsıcı breakdown'a bir nevi zemin hazırlıyor. Albümün son parçası ise "Weak Minds" ve kesinlikle ayrı bir parantez açılabilecek bir eser. Sözleriyle ağır bir Tanrı sorgulaması yansıtılıyor ve sanki ona karşı bir başkaldırı da sezilmekte. Müzikal anlamda zaten yeteri kadar sağlam bir altyapısı mevcut, fakat bu altyapının böyle çarpıcı lirikal içerikle bütünleşmesi hiç kolay değil. "Fear no God, Weep no longer. I do not speak of abomination for there is nothing to abominate." gibi güçlü sözler buna yeterince iyi bir kanıt oluşturur kanaatindeyim.
Albümün tamamiyle bir silah, bir başkaldırı, bir ders niteliğinde; hem sözlerin içeriği, hem de enstrümantal ağırlığıyla gerçek anlamda derin ve ibretlik bir eser. "I Declare War" adlı albümün 2011'in en sağlam albümleri arasında şimdiden yer aldığını şüphesiz olarak söyleyebiliriz.
Eğer trancecore tarzı tek bir grupla eşleştirilebilseydi, kesinlikle karşılığı The Browning olurdu. Dallas'lı dört gençten oluşan grup, Earache Records etiketiyle çıkan yeni albümleri Burn This World ile piyasaya yeniden damga vurdu. Elbette metalcore'un bu ara formuna kulak aşinalığı olmayanların ilk başta yadırgayan gözlerle yaklaştığını biliyoruz, işte bu albüm ise bulunan tüm tabuları yıkabilme kapasitesine sahip. Dinleyenin kulaklarını kemirmeyen ve çok sert olmayan trance beat'leri, metalcore'u metalcore yapan harikulade breakdown'lar ve grubun çoğu şeyi vokal Jonny McBee'nin brutalleri ile birleşince ortaya böyle aykırı, farklı ve heyecan dolu bir eser çıkmış.
Bu harika albüm, "No Escape" adlı kısa parça ile başlıyor -ki bu intro'da albümün ileri aşamalarında nelerle karşılaşacağınızın ipuçları bolca mevcut. Güçlü bir breakdown ve synth efektleriyle bezenmiş keyifli bir başlangıç. Hemen ardından gelen "Not Alone" ile enerjik girizgahımızı sürdürüyoruz. Albümün en sağlam parçalarından biri olmasının yanında, basit riff'lerin altında "işte bu!" diyebileceğiniz efektlerin ve hatta breakdown'ların birbiri ardına patlaması son derece dikkat çekici. Parçanın sonlarına doğru sanki bir dubstep, sanki bir acid house sound'uyla karşılaşıyorsunuz, fakat bu gidişat uzun sürmüyor ve enfes bir breakdown ile tekrar canlanıyorsunuz. Davulda Noah Robertson'un da outro kısmındaki performansı kesinlikle takdire şayan.
Albümün üçüncü parçası "Bloodlust", aynı zamanda albümün ilk video klip parçası olarak öne çıkıyor. Trance ritmleriyle başlayan ve harikulade bir breakdown+atak ile devam eden son derece agresif bir eser olduğunu söylemeliyim. Yine vokal Jonny tarafından kullanılan synth efektlerinin sıkça kullanıldığı da bir gerçek, fakat bu efektler öyle güzel trafiklerin arkasında kullanılıyor ki The Browning'e özünü veren tekniği işte burada keşfediyorsunuz. Bu farklı parçanın klibini aşağıdaki linkte izleyebilirsiniz :
Dördüncü parça, daha önceki EP'lerinde iki ayrı versiyonunu da dinlediğimiz "Standing On The Edge". Aynı zamanda 2010 sonlarına doğru klibi de çekilen parçanın enerjisi gerçekten baştan sona tavanda ve tek bir saniyesi bile boş geçmiyor. Elektronik efektlerin tamamı heyecan verici şekilde yayılıyor; ayrıca parçanın kapanış breakdown'ı tek kelimeyle sarsıcı bir etkiye sahip! Albümdeki beşinci parça "Burn This World" adını taşıyor ve bu parça da oldukça güçlü bir atak ile başlayarak kısa bir geçişle breakdown'a bağlanıyor. Trafik bakımından çok uç noktalar yok, ancak parçanın ortasında başlayan synth destekli geçiş kesinlikle anlatılmaz, yaşanır ve dinlenir denilecek türden. 6. parça "Ashamed" ise sakin bir beat ile başlarken deprem etkisi yaratan bir breakdown'a dönüşüyor ve daha ilk saniyelerinden itibaren yakanıza yapışıyor. "I will not change for you!" ve "Be proud of who you are!" gibi başkaldıran, güçlü sözleriyle de albüme yumruk vuran parçalardan.
Albümün 7. parçası -yaşayan ölü- "Living Dead" ise gerilim filmlerini aratmayacak intro'suyla oldukça iddialı. Enfes efektlerle süslenen ataklar ve Jonny'nin agresif vokalleri, gerçekten vermek istedikleri o endişe, nefret, korku gibi duyguları çok başarılı bir şekilde tetikliyor. Ardından gelen "Forgotten" ise keyifli breakdown'ı ve karmaşık efektleriyle ayrı bir havaya sahip. Özellikle miksaj kısmında çok zorlu aşamalardan geçilmiş olduğu apaçık ortada, yalnızca "Forgotten" bile buna sahici bir kanıt niteliğinde. 9. sırada bulunan "Time Will Tell" de önceki EP'lerinde daha demo bir versiyonuyla karşımızdaydı. Fakat bu albümdeki "Time Will Tell", gerek miksajı, gerekse enstrümantal hakimiyetiyle bambaşka bir kuvvette. Parçanın tam ortasından geçen ve kapanışa imza atan iki ayrı breakdown'a söylenebilecek bir şey olamaz; tam anlamıyla bir "eargasm" kıvamında. Hemen arkasından ise "Tragedy of Perfection" geliyor ve insanı duvarlara tırmandıracak bir enerji yüklemesi yapan leziz bir breakdown ile kapıyı açıyor. Bu parçanın her anında ayrı bir heyecan mevcut, özellikle de synth efektlerinin davul ataklarıyla uyumu parçaya sanki bomba etkisi yaratmış. Albümün en sağlam parçalarından biri olduğunu söylersem ayıp olmaz.
Burn This World'un sonlarına yaklaşırken, 11. parça "Dominator" karşımıza çıkıyor ve keyifli bir trance session üzerinden işleyen breakdown'un ardından altolarla kısa bir geçiş yapılıyor ve parça tabiri caizse "akıyor". Özellikle efektlerle donatılmış kısımlarında çok değişik hisler uyandırıyor; kapanışı ise işte bu "çok değişik" ifadesinin bir açıklaması gibi kulaklarınıza doluyor. Albümün 12. parçası "I Choose You" ise öncelikle efekt çeşitliliği ile göz-kulak dolduruyor, fakat davulda Noah'ın muhteşem bir performansı olduğunu da söylemek gerekir. O sağlam atakları bu kadar net çıkarmak her yiğidin harcı değil. Parçanın sonlarına doğru bu kez klavye efektleri öne çıkıyor ve ani bir breakdown ile sona ulaşıyoruz. Kapanış parçası "The Sadist" albümün en uzun parçası olmasının yanında sanki bir albüm özeti gibi. İçinde muhteşem trance beat'leri ve metalcore öğeleri barındırıyor -ki bu harmanın içinde hiçbirinden eksik kalmıyorsunuz, hem de son saniyeye kadar.
Eğer tarza aşinalığınız varsa ve seviyorsanız, bu enfes eseri bir kez değil, sayısız kez dinleyeceğinizi garanti edebilirim. Fazla progresif öğeler barındırmayan
Arizona'nın Phoenix şehrinden çıkan sağlam post-hardcore beşlilerinden biri olarak gösterebileceğimiz Blessthefall, üçüncü stüdyo albümleri "Awakening" ile listelere yine sıkı bir giriş yaptı. 2007'de çıkardıkları debut albümleri "His Last Walk" ve bundan 2 sene sonra, şimdiki vokalistleri Beau Bokan ile kaydettikleri "Witness" adlı albümün ardından, şimdi sanki bu iki albümün sound olarak bileşimi olarak adlandırılabilecek üst düzey bir albümle karşı karşıyayız. Albümde, alışılageldik post-hardcore sound'unun dışında, melodic metalcore tarzına da yakınlığı bulunan parçalar bulunmakta ve şimdiye dek Blessthefall'dan hiç duymadığımız kadar fazla metalcore ritmi ve breakdown içermekte.
Açılış interlude'u "Awakening", albüme heyecan verici bir başlangıç yapmamızı sağlarken, ikinci parça "Promised Ones" ile gerçek anlamda doyurucu bir sound ile karşılaşıyorsunuz. Beau'nun scream'iyle açılan parçada, basçı Jared Warth'ın brutal vokalleri ve esas gitarist Eric Lambert'ın clean vokallere enfes bir şekilde eşlik etmesi de büyük fark yaratıyor. Öte yandan davulda Matt Traynor tekniğini harikulade şekilde göstermiş; atakları son derece ölçülü ve performansı, parçanın trafiğini tamamen etkiliyor. Özellikle de parçanın breakdown'u oldukça güçlü ve keyifli. "Promised Ones"ı aşağıdaki linkten dinlemeniz mümkün : Üçüncü parça "Bottomfeeder" ise As I Lay Dying-vari bir girişle nakarata kadar ilerleyen ve trafiği bakımından da oldukça sade sayılabilecek bir eser. Bu parçada da scream'lerle bütünleşen sıkı bir breakdown öne çıkıyor ve daha önemlisi, tunnel kısmı oldukça uzun ve melodik tutularak ikinci bir breakdown'a bağlanıyor. Parça da bu harika breakdown ile sona eriyor ki riff'ler de arkadan enfes bir fon oluşturmakta. Ardından gelen "I'm Bad News, In the Best Way" ise inişli çıkışlı trafiğiyle ve melodik breakdown'uyla dikkat çeken parçalardan. Sözleri de bir nevi acıklı bir yakarış içerdiğinden dolayı clean vokallerin sık döndüğü bir parça olmasıyla birlikte metalcore öğelerinden de hiç geri kalmamışlar.
Albümün beşinci parçası "The Reign", akıcı ritmi ve ağırlı olarak hissedilen melodik metalcore havasıyla farklılık yaratıyor. Beau'nun sözlerine de şöyle bir göz attığımızda, yine bir "sevgiliye" yazıldığı anlaşılan cümlelerle karşılaşıyoruz ki bu kez daha yoğun gözlenen umut dolu duygular akıyor kelimelerden. Albümde efektli vokallerin de karıştığı bir breakdown'a sahip olan ilk parça "The Reign", kesinlikle dinlenmesi gereken bir eser. Altıncı parça "40 Days..." ise melodik ve clean vokalli girişiyle öne çıkmakta. Blessthefall'ın özellikle lirikal açıdan ne kadar duygusal olabileceğinin göstergesi olan bir parça da denilebilir; zira çoğu parçalarında olduğu gibi yine en saf duyguları en basit ifadelerle aktarmayı başarmışlar ve bunu yaparken post-hardcore tabanında da enfes tepkimeler yaratmış gözüküyorlar, çünkü parçanın ortasında dinleyen üzerinde bambaşka bir hava yaratan çok keyifli bir gitar solosu giriyor. "You changed me!" haykırışlarıyla sona eren parçanın hemen ardından "Bones Crew" geliyor ki albümdeki en kısa parça bu. Olabildiğince fazla clean vokal kullanılan bir parça olarak dikkat çekmekte, aynı zamanda kolay anlaşılır ve akıcı bir trafiği olduğunu da söylemek mümkün.
Sekiz numarada bizi "Don't Say Goodbye" karşılıyor ve daha başlangıcındaki gitar riff'leriyle ve ona eşlik eden harikulade bir atakla inanılmaz bir enerji yayıyor. Bana kalırsa albümdeki en etkili iki parçadan biri bu; gerek sözleriyle, gerekse metalcore sound'una olan yakınlığıyla kesinlikle takdire şayan bir eser olduğunu söylemeliyim. Sadece kapanış breakdown'u bile bu fikre sağlam bir kanıt olabilecek nitelikte. Bu keyifli parçayı da aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz :
Ardından gelen parça "Undefeated" ise sakin başlarmış gibi görünüp ani bir girişle melodik bir breakdown'a dönüveren bir intro'ya sahip. Fazla uzun bir parça olmamasına rağmen metalcore ve hatta djent havasının da sezildiğini söylemek mümkün. Clean vokallerin bolluğu dinleyiciyi yanıltmamalı, özellikle davulcu Matt Traynor'un atak bazında büyük farklılık yarattığı kesin. Önceki albümlere kıyasla Matt çok daha aktif rol almakla beraber, çoğu parçayı da tekniğiyle akıp götürüyor. 10. parça "'Till The Death Of Me" albümün en uzun parçası olmasının yanında sıkı bir melodik breakdown ile açılıyor, hatta nakarat kısmına kadar aynı hızla aktığını belirtebilirim. Özellikle nakaratlarda clean vokallerin sıkça kullanımına bu parçada da rastlıyoruz, fakat parçanın son 1 dakikasına girilirken altolarla bezenmiş hafif bir ritm sonrasında patlayan fevkalade bir breakdown, "'Till The Death Of Me"nin tüyler ürpertici en büyük öğesi -ki parça sonuna dek bu güçlü breakdown devam etmekte. İpucu olarak ise, debut albümlerinin son parçası "His Last Walk"u vereceğim, gerisini siz anlayın. ;)
Kapanışa yaklaşırken "Flatline" adlı interlude sonrasında, albümün son parçası "Meet Me At The Gates" karşımıza çıkıyor. Yaklaşık 7 dakikalık uzunluğuyla ve diğerlerine nazaran daha hafif riff'lerle tipik bir kapanış parçası. Sözleriyle de oldukça dokunaklı bir yapıda olduğu aşikar; "Every breath i take like i can't escape, and i'm too afraid of letting go of you / I found the secret, to wash away all this sadness" şeklinde bir kapanışa sahip olmasıyla birlikte, gerek soloları, gerekse duygu sağanağı şeklinde akan ritmleri ile dinleyeni uzun süre kendine bağlayan, hatta zincirleyen bir eser "Meet Me At The Gates".
Albüm boyunca gitaristler Elliott Gruenberg ve Eric Lambert'in de uyumları takdir edilesi; öte yandan davulda Matt Traynor, önceki kayıtlara nazaran bu albümde çok daha atak ve agresif gözüküyor. Vokal Beau için denilecek bir şey yok, gerçekten hem clean vokal olarak hem de scream vokal olarak kesinlikle farklı bir tarz, değişik bir teknik. Grubun önceki albümlerini de dinlemişseniz aradaki farkı bariz şekilde hissedebileceğiniz, fakat şüphesiz ki her haliyle yılın en keyifli albümleri arasında başı çekecek bir eser "Awakening"...
Texas'tan çıkan yeni nesil metalcore gruplarından biri olan Fit For A King, debut albümleri "Descendants" ile piyasaya oldukça yüksek seviyeden bir giriş yapmış oldu. Adını 1937 Amerika yapımı bir macera filminden alan grup, 2010 yılının başlarından beri sürdürdükleri çalışmaları bu albümle taçlandırmış olmakla birlikte yakın zamanda isimlerini bolca duyuracağa benziyor.
Grubun sound olarak For The Fallen Dreams ile kısmi benzerlikleri olduğu söylenebilir, fakat FTFD'nin son albümü "Back Burner" ile kıyaslandığında çok daha az melodik bir albüm olarak göze çarpıyor "Descendants". Hiçbir label'a bağlı kalmadan kendi imkanlarıyla çıkarmış oldukları debut, hafif interlude havasını taşıyan bir intro'dan sonra "Ancient Waters" isimli tek kelimeyle muhteşem bir parça ile başlıyor. Breakdown'ları, akıcı riff'leri ve nakaratına bezenmiş clean öğeler ile çok lezzetli bir eser ve aynı zamanda albümün ilk video klip parçası. Hemen aşağıda bu yepyeni klibi izleyebilirsiniz :
Güçlü bir breakdown ile başlayan albümün üçüncü parçası "Buried" özellikle oturmuş metalcore ritmleri ve gitarlarıyla dikkat çekerken, kullanılan hafif efektler de parçaya ayrı bir hava katmış. FFAK'in hemen her parçasında duyabileceğiniz sert breakdown'lar "Buried" içinde de var; öte yandan kapanışa yaklaşırken clean vokaller tekrar öne çıkıyor ki gitarist Justin Hamra'nın clean vokalleri oldukça temiz. Dördüncü parça "Parallels" albümde clean öğeleri en fazla barındıran parça ve bu sebeple post-hardcore'a da çok yakından göz kırpıyor. Gerek ritmleri, gerekse parçanın trafiği son derece akıcı ve keyifli; albüm genelinde de olduğu gibi bu parçaya da belirgin bir hiperaktif enerji hakim. Ardından gelen "The Architect" ise öncelikle grubun davulcusu Jared Easterling'in büyük efor sarfettiği parçalardan biri olarak dikkat çekmekle birlikte, kesinlikle metalcore'un her öğesini içinde barındıran bir parça.
Albümün 6. parçası albümle aynı adı taşıyan "Descendants" ve vokal Ryan Kirby'in üst düzey performans gösterdiği bir eser olarak dikkat çekiyor. Bununla birlikte, albümdeki en kısa ikinci parça olmasına rağmen breakdown bakımından en dolu parça "Descendants"; oldukça karmaşık, teknik ve sert breakdown depremlerinin yaşandığı bir parça olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hemen ardından gelen "Hollow Eyes" ise diğer parçaların aksine melodik girişiyle göze çarpıyor. Süregelen melodik riff'leri breakdown'larla kesiştirmesinin yanında, 1.41'de başlayan muhteşem breakdown Justin'in harikulade clean vokalleriyle birleşince kelimenin tam anlamıyla inanılmaz bir parça ortaya çıkmış. Sekizinci parça "The Roots Within" ise ani bir breakdown ile başlayarak, bu sarsıcı girişinin yarattığı güçlü havayı bir saniye bile düşürmeden, hatta -yine- clean vokallerle de destekleyerek ve -yine- uzun bir breakdown ile kapatarak fena halde kafa uçuran çok keyifli bir çalışma.
Ardından gelen "The Faint, The Desolate" ile hafif bir interlude havası seziyorsunuz, fakat bu kısa geçişin ortalarına doğru sizi sımsıcak bir metalcore atağı sarıyor. Zira dinleyenleri yavaş yavaş albümün onuncu ve bana göre en agresif parçası "Messenger, Messenger" için hazırlıyor. Yalnızca girişiyle değil, devamında sıklıkla duyulabilecek breakdown patlamalarıyla da gerçekten on yumruk etkisi yaratan parçalardan "Messenger, Messenger". Çoğu Christian Metal grubunun yaptığı gibi kendilerini ya da birilerini Tanrı/peygamber yerine koyma konsepti bazı noktalarda FFAK'ı da sarmış olmalı ki, bu parçada "I've been building a nation, under the water, on top of graves!" şeklinde bir başlangıç ve "Prepare your heart with the truth, for those sleeping, need it the most!" şeklinde de bir kapanış göze çarpmakta.
11. parça "A Love That Transcends Understanding" ise tamamiyle clean ve hafif bir çalışma olarak öne çıkıyor, zira albümde bulunan en sessiz parça. Fakat kasten de yapılmış olabilir, ardından gelen albümün son parçası "Unchanging" ise bir o kadar dağdeviren cinsten. Albümün en uzun parçası olmasının yanında, melodik öğeleri şahane breakdown'lar ve ataklar ile birleştirerek tam bir melodik metalcore konsepti oluşturdukları söylenebilir. Esasen onları tümden bu konsept içinde de değerlendirebiliriz; yalnızca, "Unchanging" hem albüme son noktayı koymasıyla hem de teknik açıdan son derece doyurucu bir sound'a sahip olmasıyla tipik bir kanıt pekiştirici görevi görmüştür diyebilirim.
Son zamanlarda dinlediğim en güzel albümlerden biri "Descendants" ve bir debut albüm olmasına rağmen yakın zamanda büyük sükse yapacağına eminim. Fit For A King ismini ilerleyen zamanlarda sıkça duyacağız gibi gözüküyor.
Las Vegas'lı 5 gençten oluşan Molotov Solution'un yeni albümü "Insurrection", 25 Ekim 2011 tarihinde bilimum raflara düşmeden önce nihayetinde elime geçti ve albümü baştan sonra tekrar tekrar dinleme imkanı buldum. Daha önce dinleyenler olduysa söyleyeyim, bambaşka bir Molotov Solution albümüyle başbaşayız; dinlemeyenler varsa da söyleyeyim, yine bambaşka bir albüm olmuş Insurrection. Deathcore gibi icra etmesi zor bir tarzı harikulade bir şekilde oturtmuşlar -ki önceki albümleri hem prodüksiyonu hem de miksajı açısından bile 2009'da çıkardıkları "The Harbinger" adlı albümlerinden kesin olarak ayrılıyor.
Bu albümlerini dinledikten sonra, All Shall Perish'ten The Contortionist'e kadar bir çok grubu ilham kaynağı olarak aldıklarını fark edebilirsiniz. Zira albümün ilk parçası "Sin And Sacrifice" içerdiği melodik unsurlarla All Shall Perish'in son albümüne göz kırparken, içerdiği keyifli trafiğiyle ve dur-kalklarla da progressive öğelere oldukça yatkın gözüküyor. Böyle güçlü bir başlangıçtan sonra beklentileriniz artıyor haliyle; ikinci parça "Injustice For All" enfes bir armoniyle açılıyor ki bir deathcore grubundan pek duyamayacağınız bir adım denilebilir. "Justice is forgotten and liberty is dead!" şeklinde slogan olabilecek bir girişe sahip olan parçanın ilerleyen saniyelerinde blast'lardan breakdown'lara, ataklardan sololara muhteşem atlamalar yapılıyor. Bu tarz adına bulabileceğiniz her şeyin "Injustice For All" içine dahil edilmiş olduğunu kesinlikle söyleyebilirim.
Üçüncü parça "The Final Hour" gerçek anlamda bir bomba, çünkü Oceano'dan tanıdığımız siyahi vokal Adam Warren bu parçaya büyük bir katkı sağlamış. Vokal Nick Arthur'un sesi ve tekniği yeterince sağlamken bir de Adam'ın über brutal vokali eklenince parça çok sarsıcı bir hal almış. Sözleriyle de anarşizmi oldukça destekleyen bir tarz benimsemiş, esasen albümde çoğu parça lirikal açıdan bu şekilde ve dikkatli takip edildiğinde, verdikleri mesajların çok çok yerinde olduğu anlaşılabiliyor. Harikulade riff'lerle, patlayan güçlü breakdown'larla "The Final Hour" = deathcore eşitliğini kesin olarak sağlayabildiğini düşünüyorum.
Sonraki parça "The Blood Of Tyrants" tam anlamıyla As Blood Runs Black-vari bir blast ile açılışı yaptıktan sonra trafiği iyice armoniler arasında dolaştırıyor. Bu parçada özellikle gitarlara çok dikkat edilmesi gerektiğine inanıyorum; breakdown'lar veya twin atakları arkasında öyle muhteşem riff'ler mevcut ki dinlemeye doyamıyorsunuz, parçanın outro'su da buna yeterince büyük bir kanıt oluşturacaktır. Parçanın tamamını alttaki linkten dinleyebilirsiniz :
"The Blood Of Tyrants"ın muazzam kapanışından sonra artık albümün geri kalanı hakkında da merakınız en üst seviyeye çıkıyor. Beşinci parça "Divide And Conquer" kesinlikle karanlık bir parça. Gitar tonları ve ritmler parçaya deathcore-djent arası bir hava katmış; öte yandan "korku" faktörünü de çok iyi harmanladıkları parçalardan biri olduğunu söylemek mümkün. Tunnel kısımlarında James Bryce ve Mark Twain'in sözlerinden alıntılar yapılması, kesinlikle parçayı çok özel kılmış. Ardından albümle aynı adı taşıyan parça "Insurrection" karşımıza çıkıyor -ki bu parçanın son bir dakikasında yaşanan breakdown patlamalarıı insanın içini öyle titretiyor ki bir kaç dakika kendinize gelemiyorsunuz. 7. parça "Cruor Viaticus" albümün en uzun parçası olarak dikkat çekiyor. Fakat burada asıl parantez açılması gereken kısım, parçanın ortalarına yaklaşırken vokal Nick Arthur'un tek başına haykırdığı o inanılmaz geçiş. Zaten parçanın sözleri kaya gibi bir başkaldırı içeriyor; Nick'in de brutal vokali neredeyse bir enstrüman olarak kullandığı o bölümde "We won’t be bought and sold! You want my life then come and get it! -A drop of blood for every innocent man that has suffered at your hands. You’ll never fucking bleed us dry!" şeklinde muazzam bir lirik akıyor ve olaya bambaşka bir hava kattığını söylemek mümkün.
Sekizinci parça "Prophetic Illusions" albümün en kısa parçası olmasına rağmen oldukça değişken bir trafiğe sahip. Enerjinin hiç azalmadığı ve atakların birbiri ardına sıralandığı güçlü bir parça olarak değerlendirilebilir. Ardından gelen "Collapse" diğer parçalara nazaran daha sessiz ve sakin başlıyor, fakat bunun fırtınadan önce gelen sessizlik olduğu aşikar. Zira parça uzun zamandır duyup duyabileceğiniz en sağlam breakdown ile giriyor ve aynı breakdown, tahmin edilemeyecek dur-kalklarla o eşsiz deathcore sound'una karışıyor. Gitarların efekt kullanmadan da muhteşem tonlar ortaya çıkarabileceğinin kanıtıysa ikinci dakikanın ortalarına doğru gitarist Robbie Pina'nın enfes solosundan sonra ortaya çıkıyor; bu kısım bile grubun enstrümantal hakimiyetlerinin en üst seviyeye çıktığını tam anlamıyla bizlere gösterir cinsten. Sondan bir önceki parça "Signals" ise en başta söylediğim gibi, All Shall Perish etkilerini oldukça içeren bir eser. Robbie'nin korku filmlerine fon müziği olarak kullabilecek giriş riff'iyle ve "You won't hold us back!" diye haykırılarak girilen deprem etkili breakdown ile belirttiğim hava sezilebiliyor.
Fakat albümün 11. ve son parçası "Rise" tam anlamıyla bir ayar eseri. Özellikle Amerika'ya öyle sağlam giydirdikleri sözler var ki parçanın olağanüstü geçişleri ve breakdown'ları ile lirikleri arasında kalakalıyorsunuz. En basitinden "We lie unbroken in their wake! We stand for truth, The American Dream! They destroy truth, that’s The American Way!" diye basbas bağırabilen "Amerikalı" bir grubun ürünü bu parça! Sonlara doğru biraz yavaşlasa da tadı damağınızda kalabilecek bir albüm kapanışı yapıyor Molotov Solution, ve "Rise" sona erdikten sonra arkanıza yaslanıp dinleniyorsunuz bir süreliğine. Nitekim 2011'in en sağlam ve en anlamlı albümlerinden birine imza atan bu grubu dinlediğiniz için şanslı sayılabilirsiniz!
Milwuakee'li 6 gençten oluşan Sleep Serapis Sleep, 2009 yılında çıkardıkları ilk albümleri "The Dark Awakening" sonrasında bir müddet sessizliğe bürünmüştü. Fakat, büyük emekler ve uğraşlar sonucunda yeni albümleri "Pariah's Vow" ile tekrar karşımızdalar. 22 Mart 2011 tarihinde yayımlanan bu albümün, grubun tipik metalcore sound'una sahip klon gruplardan biri olmamak adına farklı denemeler yapmaya her zaman hazır olduklarını göstermiş olan bir albüm olduğunu söyleyebilirim. Parçaları fazla uzun tutmamaya çalışarak dinleyiciyi sıkmamayı düşündükleri açık; öte yandan 3 dakikadan bile kısa olan parçalarda solo performansları sergileyebilecek kadar da cesurlar.
Albümün açılış parçası, albümle aynı adı taşıyan "Pariah's Vow" için senfonik öğelerle başlayıp metalcore öğeleriyle sona eren bir interlude diyebiliriz. Heyecan verici bir başlangıç olduğu aşikar, tempoyu hiç düşürmeden ikinci parça "Lost In The Call" büyük bir patlamayla başlıyor. Giriş atağı ve riff'ler gerçekten çok enerjik ve son derece güçlü. Trafiği fazla karmaşık olmasa da kulakları doldurabilen parçalardan biri, üstelik orta kısımlarında da oldukça sağlam bir breakdown içeriyor ve tadını damağınızda bırakıyor. "Lost In The Call"un clean vokalin de kullanıldığı ender parçalarından biri olduğunu da es geçmemeliyim.
Üçüncü parça "Cold-Blooded" yine farklı riff'leriyle öne çıkan bir parça, gitaristler Kyle Church ve Joe Balsewicz'in uyumları kesinlikle muazzam. Özellikle parçanın ikinci dakikasından sonra gelen armoni ve ardından başlayan atak son derece keyifli. Albümün dördüncü parçası "80 Proof Ocean" adını taşıyor ve eserin en kısa iki parçasından biri olmasına rağmen son derece atak bir parça. Hafif bir breakdown ile başlayıp Lamb Of God-vari bir trafikle ve harikulade bir soloyla adeta akıp gittiğini söylemek mümkün. Beşinci parça "Confinement" çok sıkı bir girişe sahip ve özellikle davulun dikkatle dinlenmesi gereken parçalardan. Grubun davulcusu Ean Smith'in güçlü bir performansı olduğunu söylemeliyim. Kapanışa yaklaşırken uzun bir solo tamamen gitarist Kyle'ın eseri, kesinlikle çok etkili.
"Valediction" albümün 6. parçası olarak karşımıza çıkıyor ve oldukça sert ataklarla, hatta uzun blast'larla başlıyor. Vokaller Clay Smith ve Michael Cattani, hem brutal hem de scream olarak fena halde sarsıcı; özellikle ikisi biraraya geldikleri anda dinamit etkisi yaratabiliyorlar. Parçanın ikinci dakikasına yaklaşırken sağlam bir blast sonrası çok farklı bir breakdown bizi karşılıyor. Kapanıştaki solo ve breakdown bileşimi ise kesinlikle tam puan alacak cinsten. Salt bu parça bile albümün çok kaliteli bir miksaja sahip olduğunu gözler önüne seriyor. Yedinci parça "The Solace Of Uncertainty" sakin ve enstrümantal bir geçiş parçası, hafif ritmi ve solosuyla kulakları olduğu kadar ruhu da dinlendiriyor.
Albümün 8. parçası ise "Indulgence" ve bana göre en güzel intro'ya sahip Sleep Serapis Sleep eseri. Temposu bir saniye bile düşmeyen parçada sert riff'ler ve son derece agresif vokaller dikkat çekiyor. Yine kafa koparıcı ve çok farklı bir breakdown eklemeyi ihmal etmemişler, enstrüman hakimiyeti açısından sadece bu breakdown bile büyük bir kanıt olabilir grubun kalitesi adına. Sondan bir önceki parça "No Rest For The Ruthless", hafif melodik bir şekilde başlayan ancak olağanüstü bir atakla birleşen çok keyifli bir eser. Dur-kalk değişkenleri ve kısa solosuyla dahi farklılık yarattığını söylemek mümkün; ayrıca son saniyesine kadar dinmeyen enerjisi ve toplu şekilde haykırılan outro'suyla enfes bir havası mevcut.
Bu enfes albümün son parçası, kesinlikle ayrı bir paragraf açılması gereken bir parçaydı. "Maleficium" uzun sözleriyle derin bir hikayeyi işlerken, enstrümantal olarak da dinleyiciyi fena halde sarsıyor. Sağlam atakları, son derece teknik riff'lerinin yanında tek kelimeyle muhteşem breakdown'uyla diğer parçalardan hafifçe de olsa ayrılarak tüm albümün özeti gibi karşımıza çıkıyor. "Behold, the Devil lives within us; in a virtuous mask he doth hide. If my soul is to be cleansed in flame, I only ask to witness this tempter's demise." gibi oldukça farklı liriklere sahip bir parça olan "Maleficium", kelime anlamı olarak da "the term applies to any magical act intended to cause harm or death to people or property" olarak belirtilmekte; yani insanların ölmelerine ya da zarar görmelerine neden olabilecek büyü anlamına geliyor. Şarkıda da tam buna uygun bir hikaye anlatılmakta.
Christian metal etkilerinin bazı parçalarında hissedilebilmesine rağmen, Sleep Serapis Sleep kendilerini özellikle Christian band kapsamının dışında sayıyor ve bu şekilde değerlendirilmek istemediklerini belirtiyorlar. Son albümleriyle de sound kalitesine daha fazla ağırlık vererek neye dikkat çekmek istediklerini daha iyi gösterebildiler kitlelere, bu kesin. "Pariah's Vow" 2011'in mutlaka dinlenilmesi gereken albümlerinden.