Bir yanda Elitist'in djent yaklaşımı ve karmaşık ritmleri, diğer yanda ise Misery Signals'ın melodik metalcore öğeleri. Evet, sadece iki İngiliz'in ortak ürünü olan Forever Orion, bu iki grubun sound'larını bir nevi tek çatı altında minimize ederek çok ayrı bir lezzet ortaya çıkarmış oldu ve uzun çalışmalarının ardından 16 Aralık 2011 itibariyle de debut albümleri Passion. Love. Harmony'yi piyasaya sürdü.
Elitist grubunun gitaristi, çok özel müzisyen Julian Rodriguez ve özellikle ona clean vokallerde eşlik eden yakın arkadaşı Chris Balay tarafından yürütülen Forever Orion projesinin doruk noktası olarak gösterilebilecek debut albümlerinde, metalcore'un tüm melodik öğelerinin estetik bir ambient havuzunda yüzdürüldüğü özgün bir sound kulakları doldururken, yer yer djent'e de yaklaşan kaotik bir hava hissediliyor. Gerek akıcı sololarla, gerekse güçlü ataklarla süslenmiş nakarat sonlarıyla ve sert djent ritmlerine eşlik eden ince tondan yürüyen riff'lerle harikulade bir sentez oluşturmuş oldukları aşikar. Ayrıca albümde yer alan enstrümantal parçaların sayısı da hiç azımsanacak bir oranda değil; yalnızca bu özellikleri bile ikilinin müzikaliteye ne kadar önem verdiklerini gösteriyor. Zira onlar için olay salt metalcore ritmlerini hafif melodilerle birleştirerek bunu sade bir halde sunmak olsaydı, örnekleri artık binlerle ölçülebilecek eser okyanusuna küçücük bir nokta dışında herhangi bir etkileri olmayacaktı.
Albümden öne çıkan parçalar olarak, son derece hafif ve keyifli girişiyle tipik Misery Signals rüzgarları estiren "Answers", bu rüzgarları arkasına alarak sarsıcı ataklarla bir bombaya dönüşmüş "Many Waters" ve kanımca grubun en lezzetli eseri "Harmony." belirtilebilir. Özellikle "Harmony." parçalarını belirtmemin sebebi,varolan djent etkisinin yarattığı enerjiyle birlikte muhteşem armonilerin bu enerjiyle birleşip usulca içinize işleyebilmesi. Sizi tutup aniden içine çekebilecek kadar güçlü bu parçayı aşağıdaki linkten istemediğiniz kadar dinleyebilirsiniz :
Yılın son haftasına girerken, Aralık ayı itibariyle piyasaya düşen içi 'dopdolu' albümlerden biri de kesinlikle Passion. Love. Harmony olarak göze çarptı. Tükenmeden ve tüketmeden dinlenilmesi, hatta melodiler diyarında dinleyenlerin kendilerine eşsiz yerler edinmeleri de tavsiyem olacaktır. Albümün en büyük sürprizi ise en sonda, fazlası değil, bu ipucu da aklınızda bulunsun! Bir sonraki makalede görüşmek dileğiyle.
Özellikle 2011 yılı itibariyle Amerika ve Avrupa topraklarında önü alınamayan biçimde yayılmakta olan djent furyası, sonunda Çek Cumhuriyeti'ne de ulaşarak ne denli derin bir janr olduğunu kanıtladı. Metronomları dahi şaşırtan ritmlerin ve akılalmaz riff'lerin birbirinin içine tuhaf ve kaotik yollarla karıştığı bu janrın Çek bayrağını taşıyan temsilcisi Modern Day Babylon, 27 Ekim 2011 tarihi itibariyle The Manipulation Theory adlı debut EP'lerini piyasaya sürdü. Daha önce Apostate ve Scound gibi metalcore gruplarına da evsahipliği yapmış olan Çek piyasasına düşmüş ilk djent grubu olarak göze çarpan Modern Day Babylon'un en önemli özelliği, 'djent 3 kişiyle icra edilebilecek bir tarz değildir' ifadesini yerle yeksan etmeleri - ki bu halleriyle dahi yeterince doyurucular.
Sayfamıza misafir olan debut albümleri tamamen enstrümantal bir çalışma olmakla birlikte, grubun vokalsiz oluşu sound açısından en ufak bir eksiklik oluşturmuyor. Zira parçalar öyle baş döndürücü trafikler, öyle efsanevi sololar ve ataklar barındırıyor ki kendinizi müziğin bambaşka bir derinliğinde buluyorsunuz. Elbette sadece metal ve türevleri olmuyor sizi dolduran, ambient'tan jazz'a kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsayan altyapıları mevcut ve bunların arasından tek bir tarza bağlılık oluşturmak kesinlikle gruba haksızlık olur! Öte yandan bir Animals As Leaders havası da belli kısımlarda hissedilmiyor değil, fakat onların dahi bir adım ötesinde olduklarını söylemeliyim. Burada da bariz bir 'gitarist' etkisi söz konusu; Modern Day Babylon'un beyni, gitarı, synth- programming ustası ve prodüksiyonuTomáš Raclavský'nin bir eseri. Bu büyük beyin, basta Marek Mrvík ve davulda Vojta Šeminský'in harikulade uyumlarıyla ve enstrümanlarıyla döktürdükleri teknikleriyle sapasağlam bir djent altyapısı oluşturmaya yetmiş, hatta artmış, (t)aşmış.
Parçalar arasında kıyas yapmak oldukça zor, nitekim her birinin kendine ait bir dünyası var gibi. Sırp asıllı Boston'lı gitarist David Maxim Micic'in biraz da doğu ezgilerinden esinlenerek 2 dakikaya yakın olağanüstü bir solo attığı "Universal Intelligence", metalcore ve djent bileşimleriyle dolup taşmış ve sololarında hayat bulabileceğiniz sarsıcı parçalardan "Instant Djentlemen" ve "Shivers", inişli çıkışlı trafiğini aksak metalcore ritmleriyle donatmış "Unknown Guest" ilk dinleyişte öne çıkanlar. Hemen her parçalarında tadından yenmeyecek, dinlemeye doyulamayacak sololar mevcut; bunlar arasında kaybolmaktansa her biri içinde kendi hikayenizi ve ruhunuzu bulabileceğiniz kanaatindeyim. Örnek babında, "Shivers" adlı muhteşem eseri aşağıda dinleyebilirsiniz. Fakat unutmayın, bu parçanın vokalli versiyonu albümün bonusu olarak geçmekte ve vokalde Zdeněk Lipenský adında genç bir yetenek var!
Djent her ne kadar icraası zor bir tarz olsa da, eğer "içinizde" varsa sizin için en güzelini ortaya koyabiliyorsunuz. Emeğin ve tekniğin insan ruhunda birleşmesi, The Manipulation Theory gibi bir eser çıkarıyor ve altını da hiçbir şekilde boş bırakmıyor. Senenin mutlaka takip edilmesi ve defalarca işleye işleye dinlenilmesi gereken albümlerinden olduğunu belirterek, sonraki makalede görüşmek dileğiyle diyorum.
Senenin son 2 haftasına girmek üzere olduğumuz şu günlerde, alevlenen piyasaya yeni albümleriyle düşen ve "deathcore melodilerle güzel" düsturunu benimsemiş gruplardan biriyle daha karşınızdayım. Phoenix'li beşli Apparitions, yeni albümleri The Human Collapse ile bomba gibi geldi ve senenin sonuna doğru iyice coşmaya başlayan metalcore/deathcore piyasasına güzel bir katık oluverdi. Eskiden Knights Of The Abyss ve Giants Among Us gruplarında çalmış olan elemanların biraraya gelip "biz neden bangır bangır çaldığımız deathcore'u melodilerle armonilerle şekillendirmiyoruz?" demeleriyle böyle bir sound ortaya çıkmış diyebilirim. Zira oldukça sert breakdown'lar ile kalın tonlardan işleyen full boost'lu baslar birleşerek bir sarsıntı etkisi oluşturuyor, ancak melodik geçişleri parça içinde öyle güzel yayıyorlar ki sanki farklı duygusal dalgalanmaların birbiriyle kesişmesini yaşıyorsunuz. Bu kaotik ortamda vokallerin enerjisini içinizde buram buram hissetmeniz gerekiyor ki duvarları yumruklayacak kıvama gelebilin; işte bu noktada Griffin Kolinski'nin vokali bahsettiğim etkiyi ziyadesiyle yaratıyor. Her ne kadar ultra hızlı ritmlerle ve sert breakdown'larla bir nevi deathcore kakafonisi ortaya konsa da, vokalist Griffin'in hem scream hem de brutalleri birbirini dengeleyerek sound bazında fazlasıyla keyifli bir ağırlık oluşturuyor.
Albümün ilk parçasından son parçasına kadar bolca sürprizle karşılaşıyoruz. Within The Ruins vokali Tim Goergen'in muhteşem bir şekilde eşlik ettiği "Sky Splitter" ve olabilecek en farklı, en uç Deftones cover'ı olarak sayılabilecek "Diamond Eyes" ilk olarak dikkati çekenler. Bir teknik deathcore grubunun Deftones parçası çıkarması hiç alışılageldik bir durum olmamakla birlikte, son derece melankolik bir havası olan parçayı nasıl bu kıvama getirdiklerine tanık olmak da bambaşka bir güzellik olsa gerek.
Öte yandan "Naysayer" ve "The Purest Form" gibi parçalarda da gitarların birbirlerini ne denli iyi tamamladığını ve farklı armoniler-atmosferler denemekten asla kaçınmadıklarını da görmüş oluyoruz. "The Purest Form" deathcore akışını aniden giren bir akustik gitar geçişleriyle bozabilecek kadar cesur ve cömert iken, "Naysayer" ise kısmen de olsa post-hardcore'a -dahi- dokunabilen geçişlere sahip, ancak bu trafikten bir anda deathcore'un tabanına inebilmesi ve sololarla, ataklarla çok farklı iniş çıkışlara sahip olmasıyla bir nevi grubun özeti niteliğinde gözüküyor. Bu enfes parçayı aşağıdaki linkten dinlemeniz mümkün (bu arada "Naysayer"ın kelime anlamı da "aşırı şikayetçi ve negatif ruh haline sahip kişi" olarak geçmekte) ...
Tüm parçaların kendine has bir agresifliği ve sertliği olsa da, barındırdığı altyapı olarak son derece "dolu" bir prodüksiyon olarak dikkati çekiyor "The Human Collapse". Sadece gitarları için bile dinlenebilecek farklı çalışmalardan biri, fakat mutlaka her dinleyicinin bulabileceği ayrı bir hava söz konusu bu çalışmada. Nitekim bu çeşitliliği yakalayabilen albümler burada değerlendiriliyor, tavsiye ediliyor. İşbu albüm ise senenin "kesinlikle" dinlenilmesi gereken albümleri listesinin en üstlerine şimdiden ulaşmış oldu bile...
Az çok birbirlerine yakın zamanlarda yayımlanan metalcore ve deathcore tabanlı albümler arasından göz ardı edilemeyecek kadar sivrilen ve önce kulaklarda, ardından da dinleyicinin ruhunda değişik kıvılcımlar yaratan albümleri çekip çıkarmak bazen beklediğinizden daha güç olabiliyor. Bu sık işleyen trafiğin arasında St.Louis menşei In The Midst Of Lions'ın son çalışması Shadows ciddi ölçüde ön plana çıktı ve iyi bir değerlendirmeyi hak etti. Bana kalırsa, Christian metal kapsamında gerek sözleri, gerek yarattığı duygu bakımından For Today, Saving Grace, veya bir Creations ayarında olduğu söylenebilir; ancak müzikalite bakımından For Today'in breakdown genişliğiyle, Saving Grace'in hardcore ritmleriyle veya Creations'ın karmaşık riff'leriyle birleşmiş bir sound getiriyor karşımıza In The Midst Of Lions.
Önceki iki albümlerine nazaran Shadows oldukça farklı bir ayara sahip. 2009'da çıkardıkları debut albümleri Out Of Darkness sanki bir başlangıç aşamasıydı, hemen bir sene sonrasında Facedown Records etiketiyle çalışmaya başladıklarından sonra yayımladıkları ikinci albümleri The Heart Of Man "olmuş" dedirmişti. Fakat Aralık 2011 itibariyle piyasaya sürdükleri 3. albümleri Shadows, kesinlikle şimdiye kadarki en iyi işleri. Albümdeki 10 parçanın hepsi birbirinden dolu, hepsi birbirinden güçlü ve kaliteli; elbette bu aşamada albüm yapımcısı Zack Ohren'e de ayrı bir teşekkür yollamak gerekiyor. Deathcore açısından bulunabilecek her türlü yoğunluk mevcut bu albümde; brutal breakdown'lar, inanılmaz riff'ler ve sololar ile enerjisi hiç düşmeyen bir ritm bombardımanı sizi bekliyor diyebilirim.
Hepsinden fazla dikkatimi çeken ise, gitaristler Ryan McAllister ile Sam Penner arasındaki muazzam uyum oldu. Özellikle Ryan'ın soloları o muhteşem breakdown'ların üstüne öyle güzel yayılmış ki, notalar sanki akıyor bomba etkisi yaratan ritmlerin üzerinden. Bu kaotik ortamı güzelleştiren de işte bu metalcore diyalektiği; bir yandan melodilerle içinize işlerken diğer yandan breakdown'ları peşpeşe önünüze çıkartarak deprem yaşamanızı sağlamak! Matt Janssen'in vokallerdeki enfes performansı da gözlerden kaçmıyor; sound yeterince deathcore ayarında değilmiş gibi bir de onun deathcore brutalleri biniyor ritmlerin üzerine. Sonuç ise : Shadows.
2011'in mutlaka dinlenecek albümleri sıralamasında ilk 10'a rahatlıkla girebilecek bir albüm; öne çıkan parçaları ise "Cry Of The Oppressed", "The Call" ve "Take Your Place" olarak belirtebilirim, çok güç bir ayrım yaparak. Öyleyse :
Hardcore ile metalcore arasında varolan o ince doku bazen sihirli dokunuşlarla ve melodilerle kaybolur, ikisinin kısa bir sürede heterojen olarak birleşerek kaynaştığını ve keyifli bir yapı oluşturduğunu fark edersiniz. İndiana menşei gruplardan biri olan Velero da işte bu karışımı layıkıyla oluşturduğunu söyleyebileceğim sağlam bir beşli. Yakın zamanda Get Up Texas, Carry Your Ghost ve The Oppressor gibi sağlam müzikaliteye sahip gruplara her türlü desteği vermiş olan prodüksiyon şirketi First Strike Productions'ın yeni keşfi olmalarının yanında, bu prodüksiyondan çıkan grupların arasında old-school hardcore havasına en yakın duran grup olduklarını da belirtmeliyim.
İlk albümleri The River ile karşımıza çıkan Velero, özellikle hardcore ritmlerinin arkasından patlayan yüksek baslı breakdown'lar ve tokat gibi çarpan brutal vokaller ile enerjilerini oldukça klas biçimde dinleyiciye aktarıyor. Albümde "Legion of Fearless" ve "Insurrection" gibi nispeten daha kısa ve akıcı parçalarla birlikte "Covetous" ve "Oh, The Trend" gibi uzunluk ve içerik bakımından da maksimum derecede doyurucu parçalar harmanlanmış. İki gitarist Billy Turnbull ve Austin Jones gerçekten de ritm-melodi dengesini harikulade biçimde oturtarak akıcılığı daha da arttırmış ve böylece parça trafiklerinde son derece belirgin bir melodik metalcore etkisi yakalamışlar. Nitekim düz ve basit riff'ler yerine bol armonili ve geçişli riff'ler tercih ederek daha melodik bir sound oluşturdukları aşikar -ki bunun örneğini "A Snake, A Diamond" adlı parçalarında da net bir şekilde görebiliyoruz. Örneklemek için parçayı aşağıdaki linkten dinleme imkanınız da var :
Parçalardaki tüm sözleri yazan adam grubun vokali Aaron Rice; agresifliğini ve duygusal yoğunluğunu hem vokal tekniği, hem de güçlü sözleriyle net olarak aktarabilen vokallerden biri olduğunu göstermiş oldu The River albümüile. Parmakla gösterilebilecek performanslarından biri "Oh, The Trend" gibi vokali güç bir parçada görülmekle birlikte, parçanın başından sonuna dek enerjisini muhteşem şekilde iletiyor ve lirikal bazda güzel örnekler de sunuyor aynı zamanda. "If you can’t be real to the world be real to yourself. God has called you to be someone. Now go forth, with no hesitation!" gibi canlandırıcı ve doldurucu sözlerle dinleyeni ayrı bir modun içine sokuyor Aaron'un vokali. Öte yandan bu parçada davulcu Mason Gonterman da enfes bir performansı olduğunu söylemeden geçmemek gerek. Merak uyandırıcı ve ilgi çekici bir albüm kapanışı olmuş onun sayesinde.
Yaşam enerjisinin ve kendine olan inancın bolca doldurulabileceği The River albümleriyle ileriki zamanlarda da çok büyük işlerle karşımıza çıkacaklarının bir taahhütünü yapmış oldu Velero. Sonraki çalışmalarını merakla takip edeceğiz.
Normalde hepimiz İsveç'i kuzey metaliyle veya en uç noktada post-rock ile özdeşleştiririz, ne de olsa alışılageldik sound'larından vazgeçemeyeceklerdir. Kuzeyin, birbirinden etkilenen metal türleri arasında sıkışıp kaldığı zannı aslında son yıllarda oldukça devrilmiş bir düşüncenin ürünü, zira özellikle metalcore sahnesinde bu yenilenmenin örnekleri gittikçe çoğalıyor. İşte yeniliğin en son aşamalarından birinde, karşımıza Walking With Strangers çıkıyor ve varolan çoğu tabuyu alt üst etmeye başlıyor bile.
2009'dan beri müzikal hayatlarını sürdüren Trollhättan gençleri, geçtiğimiz sene Buried, Dead & Done adlı EP'leriyle adlarından oldukça fazla söz ettirmişlerdi. Zira müzikalitenin zirvede olduğu bir kayıt ortaya çıkarmalarının yanında, ilerisi için de son derece ümit verici bir gelişim kaydetmektelerdi ve bunun meyvelerinin 2011 yılında almaya başladılar. Yine kendi imkanlarıyla hazırlamış oldukları debut albümleri Hardships, bu çıkışlarının en büyük ürünü ve her anlamda on üzerinden on verilecek bir prodüksiyon.
Parçaların altyapısı bilindik metalcore sound'ları dışına çıkarak hem enerjik hem de melodik bir ortam oluşturuyor ve kaotik duruşu, dinamikleri ve duygusal öğeleri patlamaya hazır hale getiren yapısıyla enfes bir yapı ortaya koyuyor. "Roots", "A Diamond Amongst Stones" ve "Never" parçalarında anlaşılabileceği gibi, sert core ritmleri ve riff'leri üzerine harikulade armoniler katan iki gitarist Ciffe Lennartsson ve Pontus Johansson grubun bu özgün stilini yaratan öğelerin başlıca mimarları denilebilir. Özellikle "These Walls pt.2" adlı interlude'da gözlenen djent etkisi, aslına bakılırsa tüm parçalarda ara formlar halinde serpiştirilmiş durumda ve bu, gerçek anlamda dinleyici odaklayan ve ilgisini koruyan bir özellik olarak dikkat çekiyor.
Vokallerde Robin Schulz'un performansı kesinlikle takdire şayan, geçişlerdeki patlamaları çok etkili bir şekilde yaşatan bir vokal tarzı olmasının yanında, brutal frekanslarında da oldukça rahat biçimde kayabiliyor ve böylece melodik özellikleri fazla olan parçalara harikulade uyum sağlıyor. Zaten albümün ilk çıkış parçası olan Dead Hands'in video klibinde de bu bahsettiğim performansa birebir tanık olabilirsiniz :
Albüm genelinde olabildiğince az gitar ve vokal efekti kullanılmış olması da elbette büyük bir artı, özellikle son 1 senede yapılan çoğu miksajda rastladığımız breakdown ile katışık vokal efektleri bu albümde bir ya da iki kez karşımıza çıkıyor. Temele bakıldığında ise, grubun sound olarak Elitist ve Northlane arası bir formda olduklarını söyleyebilirim; hatta "Heart" adlı parçaları Elitist'in Caves'i ile riff bakımından bir miktar benzerlik taşıyor, fakat onlar için bunun en fazla bir ilham kaynağı olmuş olabileceğini tahmin etmek zor değil.
Sonuç itibariyle, Hardships her yönüyle özel bir kayıt ve grup bu "özel" eserlerini birarada uzun uzun çalıştıkları 2 seneye borçlular. Albümün kapanış parçası "Set Your Mind" muhtemelen bu fikirlere dayanan bir özet olacaktır, dinlemeniz yüksek derecede tavsiyemdir.
2011'in sonlarına yaklaşırken yeni ve kaliteli albümlerin sayısında da ciddi bir artış gözlenmekte. Özellikle metalcore sahnesinde yeni nesil grupların artmış olması, rekabeti de doğrudan etkileyerek daha fazla kaliteli yapımın ortaya çıkmasını sağladı diyebiliriz. Avustralya'nın baş şehrinin batı yakasında 2009 yılından bu yana çalışmalarını sürdüren genç beşli Northlane, Eulogy Records ile tanışmalarının üzerinden fazla süre geçmeden ilk LP'leri Discoveries'i yayımlayarak piyasaya oldukça iddialı bir giriş yapmış oldu. Bir kalemde metalcore, post-hardcore ve djent sound'larını katıştırmış olmalarıyla büyük ilgi çekecek olmaları bir yana, parçaların trafiklerinde gösterilen efor ve enstrümantal hakimiyetleri bakımından son derece üstün bir konumda oldukları aşikar. Yeni nesil gruplar arasında yer alıyor olsalar da sanki 10 senedir biraradalarmışcasına uyumlu ve teknik bir yapıları mevcut, bu da doğal olarak parçaların kalitesine yansıyor. Djent konsepti üzerinde düşünürsek Periphery, Structures ve Volumes gibi gruplarla rahatlıkla bir tutulabilecek olmalarının yanında, metalcore etkisi olarak da gerek breakdown'ları gerekse melodik riff'leriyle bambaşka bir bileşim sunuyorlar.
Vokallerde Adrian Fitapaldes'in inişli çıkışlı ve dinamik performansı, hem metalcore'a hem de post-hardcore'a yatkınlık sağlayarak parçaların içersinde ilginin hep üst düzeyde tutulabilmesini sağlıyor. Clean vokallerin "Solace" dışındaki tüm parçalarda duyulabileceği Discoveries'in en farklı yanlarından biri de temponun hiç düşmüyor olması. Melodik öğelerin kullanıldığı kısımlar dahi akışı yavaşlatmasına rağmen heyecanı ve enerjiyi tüketmiyor. Davulda Nic Pettersen'in setin tamamını kullanan agresif tekniği özellikle djent'e büyük bir katkı sağlamasının yanında, geliştirici fikirlerini "Abrasumente", "Metamorphosis" ve "Transcending Dimensions" parçalarında çok net bir şekilde fark edebiliyoruz.
Gitarların uyumu bakımından tüm parçalar dikkat çekici, fakat aralarından "Dispossession" ve "Exposure" bir iki adım daha öne çıkarak kulaklarımızı o enfes riff'lere kabartmamızı sağlıyor ve tarzlar arasında ne kadar esnek geçişler yapabildiklerini de gösteriyorlar bizlere. Kayıttaki her parçaya gösterilen lirikal ve enstrümantal özen ve derinlik, kullanılan farklı teknik ve dinamikler, Discoveries'in bambaşka bir noktada değerlendirilmesini mümkün kılıyor -ki bu sayede senenin en güçlü yapımlarından biri olduğu kanaatini net bir şekilde ortaya koyabiliriz.
Albümden güzel bir örnek olarak "Metamorphosis", aşağıdaki linkten dinlenebilir ve bu, albümün tamamını edinerek devamını getirebilmeniz için güzel bir başlangıç olacaktır :
Ohio'lu metalcore beşlisi Like Moths To Flames'in debut albümü sonunda karşımıza çıktı. 2009'dan bu yana sürdürdükleri performanslarını 8 Kasım 2011 tarihinde çıkardıkları When We Don't Exist adlı debut'larıyla süsleyen grup, 2 senelik süre zarfında nasıl büyük bir aşama kaydettiklerini adeta üstüne basa basa kanıtlamış oldu. Rise Records'un büyük umutlar beslediği gruplardan biri olmalarının yanında, güçlü sound'larını da kuruldukları tarihten bu yana korumayı başarmış olmaları onlar için mutlak bir artı. "When We Don't Exist" tam bir albüm çalışması olarak onlar için bir ilk, öncesinde ise 2010 tarihli Sweet Talker EP'leriyle oldukça büyük sükse yapmışlardı. Fakat hem prodüksiyon, hem de miksaj olarak bu albüm grubun diğer tüm çalışmalarından fersah fersah ötede.
Albüm oldukça hafif bir girişe sahip "The Worst In Me" parçasıyla başlıyor, elbette parçanın sonlarına doğru grubun gerçek sound'una şiddetli bir şekilde tanık oluyoruz. İkinci parça "GNF" ise vokalist Chris Roetter'e eşlik eden Upon A Burning Body vokali Danny Lealsürprizi ile öne çıkıyor ve son derece güçlü sözleri, bitmek bilmeyen enerjisi ve özellikle gitaristler Zach Huston ve Eli Ford'un harika uyumları ile doğrudan kulağa hitap eden bir parça olduğunu söylemek mümkün.
Üçüncü parça "No Hope" enfes breakdown'ları ve sert riff'leriyle öne çıkıyor, özellikle kapanış breakdown'ı tam bir bomba etkisi yaratmakta. Öte yandan basçı Aaron Douglas'ın da clean vokallerdeki hoş performansı gözden kaçmamalı. Hemen ardından gelen "You Won't Be Missed" ise albüm çıkmadan önce yayımlanan Single EP'nin esas parçası idi; melodik ve clean öğelerin harmanlandığı nakaratı ve etkili breakdown geçişleri ile grubun tanıtıcı parçalarından biri olmaya aday bir eser.
Beşinci sıradaki muhteşem parça "Faithless Living" adını taşıyor ve şüphesiz bu parçanın albümdeki en güçlü parçalardan biri olduğunu söylemeliyim. Harikulade ataklarla, sarsıcı breakdown'larla ve son derece keyifli clean vokallerle bezenmiş tam bir metalcore sound kanıtı sanki. Ardından gelen altıncı parça "Your Existence" ise zaten en başında sert bir breakdown ile girerek niyetini belli ediyor ve bu güçlü yumruklarını son saniyeye kadar indirmeye devam ediyor. Tam bir moshpit parçası olmasının yanında, beatdown metalcore havasının sonuna dek hissedildiği nadir eserlerden biri olarak da kabul edilebilir. Parça içinde yayılan atak ve breakdown bileşimleri son derece akıcı ve sarsıcı bir etki yaratmış ve salt bu akıcılığından bile benim albüm içindeki bir numaralı parçam "Your Existence" oldu. İşte video klibi de hemen aşağıda, çekinmeden izleyiniz :
Albümün 7. parçası "Trophy Child" ve ardından gelen "My Own Grave" trafikleri bakımından az çok benzerlik gösteren iki parça, fakat özellikle My Own Grave'de kullanılan riff'ler harika. Burada davulcu Lance Greenfield'a da bir parantez açmak gerekecek, zira kendisi gerçekten takibi zor kısımlarda ve ani geçişlerde hiçbir şekilde aksamadan ataklarını kuvvetli şekilde devam ettirebilen ve hatta bunu son derece rahat bir çalma biçimiyle yapabilen az bulunur davulculardan biri. Bu parça dikkatli dinlenirse Lance'in sahici bir farklılık yaratmış olduğu net bir şekilde anlaşılacaktır. 9. sırada bulunan "Something To Live For" ise albümün en uzun parçalarından biri olmasının yanında melodik öğelerin sık kullanımıyla da oldukça öne çıkan bir eser. Kıvam bakımından post-hardcore yakınlığı göze çarpıyor belki, fakat parçanın tek ve muhteşem breakdown'u yaklaşık 40 saniyeye yakın sürerek bu düşünceyi yerle bir etme gücüne de sahip olduğunu gösteriyor olmalı.
Sona doğru yaklaşırken 10. parça "Real Talk" karşımıza çıkıyor ve bu parçayı direkt Sweet Talker adlı EP'lerinden çıktığını anlıyoruz. Fakat bu yeni versiyonu öncelikle sözleri bakımından, sonrasında da enfes miksajı bakımından ayrı bir özelliğe sahip. "Take some time, I've been fine, I've been here waiting for you..." şeklinde kapanışı ise çok manidar; parçanın albüm versiyonu için albümü indirmeniz gerekir elbet, fakat EP versiyonunu hemen aşağıdaki linkten dinlemeniz -ne olursa olsun- şiddetle tavsiye edilir :
Kapanışı ise "Praise Feeder" ile yapılıyor ve gerek patlayan breakdown'ları, gerekse karmaşık trafikleri ile metalcore'un kaotik öğelerini sonuna dek kullanmış olduklarını bir kez daha kulaklarımıza çarpıyorlar.
Kesinlikle senenin en güzel çalışmalarından birine imza atmış olan Like Moths To Flames kısa zamanda geniş bir takipçi kitlesine ulaşmış halde ve ilerleyen tarihlerde bundan çok daha fazlasını görebileceğimiz hiç uzak bir ihtimal değil.
Chicago'lu metalcore beşlisi For ALL I AM, yeni EP çalışmaları Lone Wolf ile karşımızda. Yaş ortalamaları 20 civarında olan bu gençlerin daha şimdiden kendilerine has bir sound'a sahip olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Son kayıtları Lone Wolf da bu fikri sağlam bir şekilde destekliyor zaten; 5 parçalık EP baştan sona klas ve kaliteli, basit bir kayıt olmadığı her haliyle anlaşılıyor. Kendi çabalarıyla hallettikleri profosyonele yakın prodüksiyon, gerçekten yerine harikulade şekilde oturmuş ve grubun kendi çizgisini daha da belirgin hale getirmiş.
EP çok güçlü bir parça olan "Overthrown" ile başlıyor; bol drop'lu bass'lar ve ara ara djent'e dahi kayabilen harikulade bir metalcore stili göze çarpıyor. Olmazsa olmazlardan biri clean vokalli nakaratlar ise gitarist Chase'in keyifli sesiyle ortaya çıkıyor, fakat daha da ötesi breakdown'ların sarsıcı ritmleri özellikle kapanış kısmına yaklaşırken fena halde etki altına alıyor dinleyeni. İkinci sırada "Eyedentical" karşımıza çıkıyor -ki hem scream hem de brutal vokali enfes bir şekilde işleyen vokalist Aria'nın yanında, gitarlarda Tom ve Chase'in uyumları da çok etkili. Baştan sonra "tam" olmuş bir melodik metalcore sound'u mevcut parçada, gerek breakdown'ları gerekse akıcı riff'leriyle kesinlikle dikkat çekici bir parça "Eyedentical". İşte bu enfes parçayı aşağıdaki linkten dinleme şansınız var :
Üçüncü sırada "Injustice" var ve EP'nin en kısa parçası olmasına rağmen bol breakdown'ı, tadı damağınızda kalacak clean vokalleri ve bitmeyen enerjisiyle fark yaratıyor. Özellikle parçanın ortasına gelirken başlayan breakdown'daki güçlü gitar tonları kesinlikle çok özel bir hava katmış; Mario'nun basları ise bu parçayı ayrı kılan en büyük etken, dinleyince hak vereceksiniz. Dördüncü parça "Holes" ise melodik başlangıcı ile ve clean öğeleriyle dikkat çekiyor, ancak ikinci dakikaya yaklaşılan saniyelerde öyle sert bir breakdown giriyor ki apayı bir boyuta giriyorsunuz. Trafikleri son derece yerinde ve karmaşık ritmleri ve riff'leri dinleyeni fazla yormadan aktarabilen bir parça kısacası "Holes".
EP'nin kapanışı "Afterlife" ile yapılırken, daha ilk saniyeden parçanın davul ve gitar ahengi sizi sarmaya başlıyor. Clean vokallerin, sağlam altyapılı breakdown'ların ve melodik metalcore öğelerinin harikulade şekilde bezendiği lezzetli bir kapanış çalışması "Afterlife".
Senenin kesinlikle dinlenilmesi gereken eserlerinden birini yaratmış olan For ALL I AM'i takip etmeye devam edin!
California'lı trancecore altılısı Casino Madrid, 2 senelik uğraşlar sonucunda çıkardığı debut albümleri Robots ile karşımızda. 2007 yılından beri birlikte çalan grup, ilk albümlerini daha önceden Lamb Of God, Suicide Silence ve For Today gibi büyük gruplarla da çalışmış olan prodüktör Will Puntey'in sihirli ellerine bırakmış ve ortaya şahane bir eser çıkmış böylece. 2009'da çıkardıkları demolarından çok çok ilerde bir kayıt olmasıyla birlikte, trance ile metalcore'un en lezzetli bileşimlerinden birini yarattıkları aşikar.
Albümde, oldukça sert metalcore ve post-hardcore ritmlerinin yanında çok sırıtmayan keyifli synth efektleriyle bezenmiş ve gerçekten üzerinde uzun müddet kafa patlatılmış parçalar mevcut. Kısa da olsa iyi bir albüm açılış interlude'u olan "Robots", albümün ilk yayımlanan güçlü ve enerjik parçası "4:42 Reminds Me Of You" dinleyiciye doğrudan akılda kalıcı bir başlangıca doğru yelken açtırıyor. Üçüncü sırada karşımıza çıkan "Fightin’ Words" çok klas bir breakdown ile başlayıp metalcore sularında hiddetle yüzerken, trance efektleriyle ve clean vokallerle ekstra keyif verse de lirikleriyle ciddi bir kavga potansiyeli yükleyicisi konumunda. Ardından gelen "Life Sentencer" ise baştan sona tam anlamıyla bir trancecore ziyafeti sunuyor. Gerek Joe Demaio'nun brutal vokalleri, gerekse davulda Johnny Cruz'un etkin atakları iniş çıkışlı trafiklerle gayet hoş bir ahenk sergiliyor.
"The world is my dancefloor!" haykırışıyla başlayan beşinci parça "Fantasy vs. Reality" daha çok trance - post-hardcore çizgisinde ilerlerken clean vokalleri ve oldukça sert house beat'leriyle ilgi çekiyor. Albümün 6. parçası "The Devil On My Shoulder Knows How To Party" ise enerji aşılayan yapısıyla hoş bir deneyim sunuyor, synth başında bulunan Robert Cesena'nın da baştan sona etkili bir performansı mevcut. Ardından gelen yedinci parça "I Want My 25 Minutes of Fame" etkili bir gerilim efektiyle birleşen harikulade bir breakdown ile açılıyor -ki breakdown açısından albümdeki en güçlü parçalardan biri olduğunu söylemeliyim. Bu sıkı parçayı aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz :
8. parça "Anthem of the Lonely" sık kullanılan scream-clean vokal ikilisiyle post-hardcore sound'una daha yatkın bir parça olmakla birlikte, hemen peşindeki "Thirsty Thursday" ise kısa ama çok atak bir interlude olarak göze çarpıyor. Albümün onuncu ve son parçası "Pocket Aces" ise gitarda bulunan Marcelo Sedano'nun clean vokalleri ve Joe'nun screamleri arasında oldukça leziz bir şekilde ilerliyor ve kapanışa doğru tempoyu düşürerek albüm kapılarını kapatıyor.
6 yetenekli gençten oluşan Casino Madrid, ilerleyen yıllarda en az debut albümleri kadar kaliteli çalışmalar yapacaklarının sinyallerini şimdiden vermekte ve mutlaka takip edilmesi gereken gruplardan biri olarak kayda geçmeli.
Ohio'nun Cincinnati kentinde kurulmuş olan ve 2006 yılının başından beri müzik hayatlarını devam ettiren Rose Funeral, yepyeni ve bomba gibi gelen üçüncü albümleriyle tekrar bizlerle. "Gates Of Punishment"her haliyle grubun zirve yaptığı bir albüm; 2007'de çıkardıkları "Crucify.Kill.Rot" debut'larından bu yana oldukça uzun zaman geçti, fakat grup her çalışmada, her kayıtta bunun üstüne bir şeyler koyarak devam etti. Metal Blade Records ile yeni anlaştıklarında hepimiz 2009'un en kaliteli albümleri arasında Rose Funeral'ın The Resting Sonata'sının olacağını tahmin ediyorduk -ki onlar da bizi kesinlikle yanıltmadı; hem teknik anlamda, hem de müzikal anlamda son derece doyurucu bir albümdü The Resting Sonata.
Fakat, şimdi önümüzde bambaşka bir Rose Funeral albümü mevcut. Gates Of Punishment gerçekten çok "dolu" bir çalışma, parçalardaki trafikleri tam olarak özümsemek için bile ciddi kafa yormalısınız. Deathcore temelinde yatan metot bu olabilir, ancak sunuş biçimi her zaman farklılık yaratır. İşte bu farklılığı en etkili şekilde yansıtan bir albüm Gates Of Punishment.
Albümün giriş parçası "Legions Of Ruination" adını taşıyor ve sanki bir gerilim filmi izliyormuşsunuz gibi arkadan yankılanan karanlık bir efekt ile başlıyor. Bu kısa interlude'un ortalarına doğru öyle ani ve agresif bir giriş yapılıyor ki, bir anda bulunduğunuz moddan çıkıp bambaşka bir dünyaya yol alıyorsunuz. Özellikle gitarda Kevin Snook imzalı enfes bir solo dikkat çekiyor, kapanışı da sarsıcı bir breakdown ile yapıyorlar. İkinci sırada "Grotesque Mutilation" karşımıza çıkıyor ve daha ilk saniyesinde başlayan son derece hızlı ataklarla enerjiyi tavan yaptırıyor. Blast konusunda özellikle bu albümde çığır açan davulcuları Dusty Boles, bu parçada da muhteşem işler yapmış -ki çok güç trafikleri kolaylıkla yönlendirmiş ve grubun agresifliğine kesinlikle artı değer katmış. Grotesque Mutilation'ın tam ortasında başlayan olağanüstü breakdown ise anlatılmaz yaşanır cinsten bir deneyim, tek kelimeyle sarsıcı.
Üçüncü sırada ise kısa bir piyano armonisiyle açılan "Beyond The Entombed" var. Deathcore karanlığı adına ellerinden gelen her şeyi veren bir parça olmasının yanında, gitarlarda hem Kevin Snook hem de vokal/gitar Ryan Gardner'ınharikulade bir uyumu söz konusu. Parçanın ortalarına doğru yine piyano efektleriyle başlayan ve "Eclipse the sky with doom!" haykırışı ile doruğa ulaşan kelimenin tam anlamıyla "efsanevi" bir breakdown mevcut ki ardından akan muazzam soloyla birlikte Beyond The Entombed'u çok ama çok farklı kılan öğeler bunlar. Kolonları biraz daha açıp dinlerseniz, bulunduğunuz yerde küçük çaplı bir deprem etkisi yaratabileceğinizden şüphem yok. Bunun için aşağıdaki linke bir göz atın derim :
Ardından gelen parça "False Divine" ise Ryan Gardner'ın hızlı ve brutal vokallerinin yanında Morbid Angel'dan hatırlayacağınız Steve Tucker'ın da kendine has vokalleri ile süslenen bir parça. Özellikle bu iki ismin biraraya geldiği kısımlar harikulade bir şölen yaratmış; enerjisi baştan sona yüksek ve son derece teknik bir parça False Divine. Ayrıca gerilim ve korku öğelerini de gayet güzel bezediklerini belirtebilirim.
Albümde tüm parçaların drop A tabanlı olduğunu hatırlatarak, bir de bu akordan gelen breakdown'ların yarattığı etkileri tekrar düşünmeniz gerektiğini söylemeliyim. Örneğin, albümün 5. parçası "Arise Infernal Existence" enfes gitar solosuyla öne çıkarken, solonun kapanışında ise tabiri caizse bomba etkisi yaratan bir breakdown karşımıza çıkıyor ve parçanın havasını komple değiştiriyor. Daha doğrusu insanlığın artık zıvanadan çıktığını gayet iyi gözler önüne seren sözleri ile olması gerektiği havaya bürünüyor demeliyim. 6. sırada "Malignant Amour" var -ki bu parçaya Kate Alexander adlı Cincinnati'li bir soprano eşlik etmekte. Bu şekilde bir nevi senfonik deathcore havasının yaratılmaya çalışıldığı anlaşılıyor, fakat bunu klavye efeklerine başvurmadan yapabilmek ise Rose Funeral'ın marifeti olmalı. Zira kapanışa yaklaşırken kendini gösteren muhteşem breakdown, bunun nasıl başarılabildiğinin naçizane bir kanıtı oluyor bile.
7. sıradaki "A Recreant Canticle" bile bir interlude'dan çok daha fazlasını sunuyor; üzerine söz yazılmış olsaydı gerçek anlamda komple bir parça olup albüme o şekilde konulabilirdi bile. Ardından gelen "The Desolate Form" ise çıldırtıcı riff'leriyle ve karmaşık trafiğiyle bir matematik problemi niteliğinde. Gruptaki her elemanın kendini aştığı parçalardan biri olmasının yanında sözleriyle de tam bir katil profilini tanımlıyor -ki parçanın ortasında başlayan ders niteliğindeki breakdown dahi "Butcher everyone, butcher everyone, butcher everyone, I want to kill them all!" gibi liriklere sahip. Ancak outro kısmına yayılan breakdown gerçek anlamda yıkıcı, sarsıcı, parçalayıcı. Kesinlikle dikkatle dinlenmesi gereken bir bölüm. Albümdeki 9. parça "Entercism" hem vokalleri hem de gitarları bakımından eşsiz bir eser. Vokallerde Ryan daha tiz scream tonlarına çok daha sık inerek harikulade brutal vokaline ilave bir güzellik getirmişe benziyor. Öte yandan Kevin'in olağanüstü soloları apayrı bir hava katmış parçaya; tabi bunların yanında daha başlangıç ve kapanış breakdown'larını söylemedim!
Albümün 10. parçası "Amidst Gehenna" ise kesinlikle tüyleri diken diken edecek bir breakdown-armoni trafiğiyle başlıyor ve bu başdöndürücü kısmın akabinde gelişen hızlı ataklar, blast'lar ve sololarla "eargazm" kisvesine bürünüyor. Kelimelerin kifayetsiz kalacağı bu parçayı da aşağıdaki linkte dinleyebilirsiniz :
Gates Of Punishment'ı katan eser ise yine aynı isimdeki parça "Gates Of Punishment" ve kısa bir albüm özeti gibi olduğunu söylemek mümkün. Albümün en uzun parçası, fakat asıl ilgi çeken kısım ise kapanışa yaklaşırken karşımıza çıkan çok ama çok şaşırtıcı tunnel kısmı. Bir deathcore parçasında duymaya alışkın olmadığımız türden new-age geçişi söz konusu ve Rose Funeral'dan bir anda Enya'ya geçiyormuş gibi bir hissiyata kapılmanız son derece olası.
2011'in son haftalarına yaklaşırken senenin en iyi albümlerinden birine imza attıkları için Rose Funeral'e büyük bir teşekkürü borç biliyorum!
Yeni nesil genç post-hardcore gruplarından olan Houston'lı grup The Emissary, debut EP'leri The Emissary ile karşımızda bugün. 2010 yılının başında vokalist Dan Rangel'in uzun uğraşları sonunda kurulan The Emissary, bu senenin Nisan ayına dek lokal konserlerle ve kayıt çalışmalarıyla oldukça iyi tecrübe edinmişti. Nihayetinde 9 Nisan 2011 tarihinde şimdi değerlendireceğimiz ilk EP'leri yayımlandı ve bu çalışmaları ile oldukça da güzel tepkiler aldılar. Sound olarak tipik post-hardcore kalıplarına bağlı kalmamaya çalışarak ve ufak tefek elektronik öğeleri de karıştırarak gerçekten klas bir çizgi yakaladıklarını söylemek mümkün. Zira gerek vokal performansı olarak, gerekse parça trafikleri bakımından belirgin farklılıklar söz konusu.
EP'ye geçecek olursak, açılış parçası "Buildings" genel anlamda bir dans müziği ritmleriyle başlamasına rağmen vokal Dan'ın da girişiyle değişik bir başlangıca imza atıyor. İkinci parça "Arrive" ise clean vokallerle başlayıp ortalara kadar post-hardcore havasında giden bir çalışma; fakat gitarist Wes Edmonson'ın brutal vokalleri ve ara geçişlerden sonra -patlayarak- başlayan breakdown'lar parçaya çok leziz bir tat katmış. EP'nin üçüncü parçası "Gentle Ben" sağlam bir riff ile açılışı yaparak metalcore sularında yüzen ritmlerle nakarat kısmına kadar ulaşıyor. Bu parçada özellikle davulda Josh Diaz'ın performansı dikkat çekici; ataklarda oldukla güçlü bir stile sahip ve zilleri sıkça kullanmasıyla da aynı ölçüde teknik. Kaydın en uzun parçası olması sebebiyle bol inişli çıkışlı bir trafik mevcut; sonlara doğru clean gitar tonlarıyla akan bir geçiş ve ardından yarattıkları güçlü breakdown atağı kesinlikle takdire değer. Bu parçanın kapanışıyla dördüncü parça "This Is Who We Are"'ın başlangıcı kesişiyor ve önceki parçanın kapanış ritmleriyle yeni bir açılış yapılıyor. Ana gitarist Chad Henderson'ın harikulade giriş riff'ini Josh'un güçlü davul atağı devam ettirirken, nakarat kısmına gelene kadar enfes trafikler ile karşılaşıyoruz. Clean vokalli nakaratın doğurduğu post-hardcore kuvvetinde bir breakdown, özellikle tiz tondan işleyen riff'ler ile bezenerek enfes bir manzara oluşturmuş. Bu değişik çalışmayı aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz :
Beşinci sırada karşımıza çıkan enstrümantal "Interlude" sonrasında EP'nin altıncı parçası "Albatross", güçlü bir breakdown ile kapıları açıyor ve içeri süzülüyor. "Albatross"u metalcore sound'una en yakın olan parça olarak belirtebiliriz -ki clean vokallerin azlığı (daha doğrusu brutal vokallerin ve breakdown'ların yoğunluğu) bunu net bir şekilde kanıtlıyor. Nitekim synth efekleriyle de hafifçe desteklenmiş muazzam bir breakdown parçanın ortasında kulaklarımızı doldurarak güçlü bir sarsıntıya yol açıyor. Outro kısmındaki atak+breakdown ise saklı kalsın, mutlaka merak edilmeli!
Son sırada ise "Please Come Home" adlı akustik parçaları bulunuyor ve sakin bir kapanış olarak EP'deki güçlü parçaların yanında bir farklılık yaratarak ekstra bir puan daha kazandırıyor.
Yaş ortalamaları henüz 20 bile olmayan bu gençlerin enstrüman hakimiyetleri ve son derece düzgün gelişmiş teknikleri, ilerde de çok şık işler yapacaklarının bir işareti sanki. Özellikle akustik parçalarındaki performansı dikkatle dinlerseniz, hem vokalist Dan Rangel'in hem de gitarda Wes'in keyif yaratan havalarını yakından hissedebilirsiniz. Kesinlikle takip etmeye ve dinlemeye değer.